11-) Tarih Boyunca Türklerde Astronomi Doç. Dr. Yavuz Unat

astro Tüm bilim tarihine baktığımızda hem Batı’daki hem de Doğu’daki uygarlıkların bilimlerin gelişmesine önemli katkılar yaptıklarını biliyoruz. Bu uygarlıklar arasında Türkler de yer almaktadır. Türklerin ilgilendiği ve katkı yaptığı bilimler arasında astronomi de bulunmaktadır. Türklerin astronomi bilimine hem kuramsal hem de kılgısal düzeyde katkı yaptıklarına ilişkin elimizde yeterli kanıtlar vardır. Örneğin, astronomi tarihinin en önemli gelişmelerinden biri olarak kabul edilen gözlemevlerinin kurumsallaşmasındaki çabaları oldukça önemlidir. Türkler, bilim ve astronomi tarihi açısından oldukça önemli gözlemevleri kurmuşlar ve bu gözlemevlerinde dönemin ünlü astronomları çalışmıştır. Bu bildiride Türklerin tarih boyunca astronomi bilimine yaptıkları katkıları ve önemi anlatılacak ve modern astronomiye etkileri tartışılacaktır.

Eski Türklerde Astronomi ve Kozmoloji

Orta Asya Türk tarihi M.Ö. 8000’lere ve hatta çok daha eskilere kadar götürülmektedir. Arkeologlar tarafından bugün de sürdürülmekte olan kazılarda, taş devrinden kalma çanak ve çömleklere, çakmak taşından ve taştan yapılmış topuz veya kargı biçimindeki silahlara, buğday ve arpa yetiştirildiğine ilişkin izlere rastlanmıştır. Daha sonra, demir kullanılıncaya kadar geçen süre içinde hayvanlar evcilleştirilmiş, bakır ve kurşundan çeşitli eşyalar yapılmıştır. İlk defa alaşım olarak bronzu kullanan Türklerdir. Demir devrinden sonra, iklim koşullarının bozulması nedeniyle, Türklerin güneye doğru göç ettikleri görülmektedir. Orta Asya’da atı evcilleştirmişler ve M.Ö. 2800 yılı sıralarında arabayı icat etmişlerdir. Evrenin çeşitli görünüşlerini, mekan ve zaman içinde tüm evreni kapsayan bir düzen olarak açıklama girişimi proto Türk sanılan Çular’a (M.Ö. 1059–249) atfedilmektedir. Çular’a göre evren ve evrenin görünüşleri, gök ve yeryüzünü temsil eden ve birbirini tamamlayan iki zıttan, iki evrensel nefesten oluşmuştur. Çular’ın bu kozmolojine evrensel olma iddiasında bulunduğundan “Evrenselcilik” ya da “Evrencilik” adı verilmektedir. Çular’a göre evren, silindirik gövdeli ve kubbeli bir otağa ya da üstünde otağ şeklinde şemsiye bulunan iki tekerlekli bir arabaya benzer. Şemsiye 28 bölümdür ve bunlar 28 burcu; arabanın iki tekerleği
ise Güneş ve Ay’ı temsil eder. Gök bir kubbe biçiminde; yeryüzü ise dört veya sekiz köşelidir ve deniz içinde yüzer. Kutup Yıldızı (AltunKazguk – Altın Kazık ya da Demir-Kazguk – Demir Kazık) gök kubbenin merkezidir. Bu kubbe, altın veya demirden bir kazık, yani Kutup Yıldızı çevresinde, muntazam bir hızla döner. Kutup Yıldızı göğün hükümdarıdır; göksel tanrının sarayıdır. Etrafındaki yıldızlar hükümdarın ailesine ve etrafındakilere benzer. Burçları taşıdığı düşünülen ekliptik çarkı ise buna dik olarak yerleştirilmiştir. Hükümdarın arabası Yitiken (Yedi Hanlar, Büyük Ayı Takımyıldızı), Kutup Yıldızı’na bağlı olarak dairesel hareket yapmaktadır. Bu yıllık takvimi belirler. Yıllık dolanımın yanında yıldızları taşıyan gök çarkının da dolanımı vardır. Gökteki bu düzen, Yeryüzü’ne de yansımıştır. Kutup Yıldızı’nın tam altında, Yeryüzü’nün yöneticisi olan hakanın oturduğu kent bulunur. Ordug adı verilen bu kentin plânı da göksel düzeni yansıtır. Nasıl gök, kutup yıldızının çevresinde dönüyorsa, toplumdaki işler de hükümdarın çevresinde dönmektedir.

Semerkand Gözlemevi ve Uluğ Bey

15. yüzyıl Türkistan için parlak bir dönemdi. Bu yüzyılda burada bilimsel faaliyetler Timur’un (1369-1405) çabalar›yla yoğunlaşmış, bir entellektüel canlanma bafllam›flt›. Timur bilimi desteklemiş, biliminsanlarını etrafında toplamaya bafllamış ve bu amaçla çeflitli kurumlar inşa ettirmişti. Özellikle kendi başkenti olan Semerkand’a büyük önem veriyordu. Semerkand şehri, daha çok Timur’un torunu Uluğ Bey’in (1394-1449) çabalarıyla bir bilim ve kültür merkezi haline geldi. Uluğ Bey, hem hükümdar hem de çağını aşmış bir bilim insanıydı. Özellikle gökbilim ve matematiğe e yoğun ilgi göstermiş ve hayatı boyunca bu bilimlerle uğraşmıştı. Ününü de bu alandaki çalışmalarına borçludur. Uluğ Bey’in, hükümdarlığı sırasında Semerkand’da kurduğu medrese ve gözlemevi de bilim tarihi açısından oldukça büyük önem taşır. Bu gözlemevinde yapılan çalışmaların sonuçlarını içeren Uluğ Bey Zîc adlı eseri Doğu’da ve Batı’da uzun yıllar bir başvuru kaynağı olarak kullanıldı. Bu gözlemevinde, Matematiğin Anahtarı adlı eserinde ondalık kesirleri kuramsal yönden inceleyen Gıyasüddin Cemşid el-Kafli (?-1437), Uluğ Bey Zîci’nin hazırlanması na katkıda bulunan Kadızâde-i Rûmî (1337-1412) ve Fatih Sultan Mehmet’in isteğiyle İstanbul’a yerleşen Ali Kuşçu (ölümü
1474) çalışmalar yaptılar.

T27.pdf erişimi için tıklayın

2

BİR BAŞKA ANLATIMLA HAYAT AĞACI 11-)

Kadim kültürlerin hemen hepsinde Hayat Ağacı simgesini bulmaktayız. Bu ağaç, bizim bildiğimiz ve ‘ağaç’ olarak tanımladığımız bitkiden çok farklı kutsal anlamlarla yüklüdür. Altta solda görülen Amerikan Navajo halkına ait bir çizimde kutsal ağaç merkezde bir kare içinde ve kareyi çevreleyen küçük boyda çizilmiş olan insanlar bulunuyor. İnsanlardan büyük boyda olan ve parmakları dal şeklinde olan dört varlık doğa tanrıçalarıdır. Örgülü saçlarından ve etek giymelerinden onların birer koruyucu  tanrıça oldukları anlaşılıyor. Benzer bir yorumla, bunların şaman kadınlar olduklarını ve tüm insanlığa tedavi için bitkiler sunduklarını söyleyebiliriz.

  Sağdaki resimde ise bir Asya (Türk) halısı görülüyor. Yine merkez yeri kaplayan geniş ve yüksek bir ağaç ve etrafında uçuşan kuşlar görülüyor. Bu ifade şeklinde kuşlar insanları ve yerden göğe doğru yükselen ağaç da tüm canlılara hayat veren  kutsal enerjiyi simgeliyor.

 

  Anadolu’ya geldiğimizde kutsal hayat ağacının önemli bir simge olarak devam ettiğini görüyoruz. Alttaki resimde solda (1) görülen Hitit kabartmasında iki boğa-insanın arasında hayat ağacı görülüyor. Başları üzerinde de kanatlı Tengri simgesi bulunuyor. Kabartmanın çizimi ayrıca belirtilmiştir. (Kaynak: Hitit Güneşi, Sedat Alp, Tübitak yayını, 2002, sayfa 27)

 Ortada (2) görülen hayat ağacı bir Selçuk kabartması olup, Erzurum’daki çifte minareli medresenin duvarını süslüyor. (Kaynak: Anadolu’nun Selçuklu Çehresi, Semra Ögel, Akbank yayını, 1994, sayfa 113)

 Sağda ise (3), doğu Anadolu’da ileri bir kültür geliştirmiş olan Urartu inancında hayat ağacından meyve toplayan iki kişi görülüyor. (Kaynak: Anadolu Arkeolojisi, Veli Sevin, Der yayını, 2003 sayfa 221)

 Her üç resimde hayat ağacının iki yana uzanan dalları ile bütünleşen çifte varlıklar dikkat çekicidir. Bu konuya daha önce değindim. (Bkz. 37 sayılı Şaman Kadınlar başlıklı yazım)

  Fuzuli Bayat’ın Ana Hatlarıyla Türk Şamanlığı başlıklı kitabının 92. sayfasında hayat ağacının aynı zamanda birşaman ağacı olduğundan söz eder:
  “Cennette yerleşen iyi ve kötüyü idrak etme ağacının meyvesini yemekle insan, yasağı bozmuş ve ölümsüzlükten ölüme terk edilmiştir. Şaman ağacı ilk mükemelliği simgeleyen cennet ağacıdır ki, inisyasyonda başlangıç bilgiye sahiplenmek anlamı içerir.”

  Hayat ağacının Osmanlılardaki anlamını anlatan Nevill Drury (Kaynak: Shamanism, Element yayını, 1996, sayfa 39) şöyle der:

  “Osmanlı Türkleri bir-milyon yapraklı hayat ağacından söz ederler. Her bir yaprakta bir insanın kaderi kayıtlıdır. Bir insan öldüğünde bu ağaçtan bir yaprak düşer”

KAYNAK: Doç. Dr. Haluk Berkmen : http://www.astroset.com/bireysel_gelisim/kadim/k71.htm

10-) ULUKAYIN

ıı

Ulukayın – Türk, Altay, Çuvaş, Yakut, Moğol ve Macar mitolojilerinde, halk inancında ve şamanizmde Yaşam Ağacı. Uluğkayın, Ulıkadhın, Olokaygın şeklinde de söylenir. Baykayın, Baykadhın, Paykaygın olarak da bilinir. Eşanlamlı olarak Bayterek (Beyterek, Begterek) veya Ulubuk (Olobuk, Olıbuk) da denir. Yerle göğü birbirine bağlayan yaşam ağacıdır. Yakutlarda Luk Mas (Aal Luuk Mas, Ağal Luğuk Mas) denilir.

Taşıdığı Anlam ve Önem

Kayra Han tarafından dikilmiştir. Dünya ile birlikte yaratılmıştır. Dünyanın, yeraltının ve gökyüzünün tam merkezindedir. Dalları gökyüzünü ayakta tutar. Kökleri toprağın tüm katlarını delip yeraltı okyanusuna kadar uzanır. Öksökö kuşu etrafında dönerek uçar ve bazen de tepesine konar. Dokuz boy (Türklerin dokuz kavmi veya yeryüzündeki dokuz büyük insan ırkı) bu ağacın dokuz dalından türemiştir. Umay Ana Yaşam Ağacı’nın sahibidir ve yeryüzüne inerken bu ağacı kullanır. Kübey Hanım bu ağacın içinde yaşar. Kökleri yeraltına, dalları gökyüzüne uzar. Köklerinden yaşam suyu (Bengüsu) akar. Her dalı, altından yetmiş yapraklı olarak tanımlanır. Yapraklarının büyüklüğü birer at derisi kadardır. Türk mitolojisinde çok önemli bir yere sahiptir. Gökleri delip bilinmez yüksekliklere çıkar. Uluğ Kayın’ın dallarından biri Güneşe biri de Aya uzanır. Tepesinde Ülgen oturur. Bazen bir çam ağacı olarak kabul edilir. Ağacın bir yanında ay bir yanında ise Güneş bulunur. Bazen Demirdağ’ın üzerinde durduğu kabul edilir. Sekiz gölgeli[1], dokuz köklü olarak anılır. İnsanların ruhları bu ağacın dalları arasında uçuşur durur. Bu ruhlar küçük kuşlara benzerler. Osmanlı Devlet’nin kurucusu Osman Bey’in rüyasında gördüğü, büyüyüp tüm Dünyayı kaplaya ağaç da Uluğ Kayın’a benzemektedir. Ağaca bez (çaput) bağlayarak dilekte bulunma da yine Uluğ Kayın ile bağlantılı görünmektedir. İlge denilen reçinesi, onu yiyenlere müthiş bir güç verir. Çuvaş bayrağında sembolize edilmiş bir hayat ağacı vardır. Maniheizm’in etkisiyle Yaşam Ağacı’nın karşıtı olan Ölüm Ağacı[2] da Türk kültürüne girmiştir fakat çok fazla yaygınlaşmamıştır. Bazen aynı kökten çıkan iki ağaç olarak adlandırılır ki, bu durum iki zirvesi olan Dünya Dağı ile de uygun düşer. Mani dini ile bu ikiz ağaçlardan birine Ölüm işlevi yüklenmiştir. Hayat Ağacına hemen hemen aynı özelliklerle ama biraz daha ayrıntısız ve basit olarak Macar mitolojisinde de Vilagfa veya Eletfa adıyla rastlanır. İsim Macarcadır ama motif Ural-Altay düşünüşüne aittir. Macarlara göre şaman trans halindeki yolculuğunda bu ağaca tırmanarak göğe çıkar.

Çalama Uygulaması

Çalama, Türk halk inancında kutsal sayılan bir nesneye veya varlığa çaput bağlama anlamına gelir. Ağaçlara bez ve çaput bağlama uygulamasıdır. Yapılan eyleme Çalama/Calama denir. Uluğ Kayın inancıyla bağlantılıdır. Mayalamak sözcüğü Türkçede Çalmak fiili ile ifade edilir. Bu bağlamda bir düşüncenin, isteğin kutlu bir yere mayalanması gibi algılanabilir. Kurbanlık koçlara kurdele bağlanması da yine bu anlayışla alakalıdır. İslam dini bu tür yaklaşımları kesin olarak yasaklamıştır. Çalamak (çaput bağlamak) fiili ile de kullanılır. Çalmak sözcüğünün bir anlamık da kumaşı kesmek olarak yer alır. Yal/Al anlayışı ile de bağlantılı olabilir.

Turuğ

Turuğ, Türk ve Moğol şamanizminde Şaman Ağacı. Moğollar Toruğ derler. Tanrı ilk şamanı yarattığında onun evinin önüne sekiz dallı bir ağaç dikmiştir. Bu nedenle her şaman kendisini temsil eden bir ağaç diker. Bu ağaca “Turuğ” adı verilir. Turuğ, kelime anlamı olarak dayanıklı, yerinde duran, ölümsüz demektir. Tör/Törü/Türe/Törö/Turo/Turu sözcükleri Moğolcada da emir, düzen ve bunun yanında evlilik ve doğum anlamlarını bünyesinde barındırır.

Serge

Serge, Türk, Altay, Yakut ve Dolgan halk kültüründe ve mitolojisinde Kutlu Direk. Sergey veya Sergen de denir. At bağlamak için kurulan direk. Bu direğin koruyucu ruhunun (İyesinin) bulunduğuna inanılır. Genel sergenlerin dışında avluya dikilen özel At Sergenleri vardır. Kiyi Serge / Gelin Sergeni’ne sadece gelinin atı bağlanabilir. Ayrıca ulu bayramlarda dikilen özel sergenler olur. Yerin, suyun ruhlarının manevi desteğini, alabilmek için sayıları üç veya dokuz olan sergenler de mevcuttur. İnekler için dikilen serge de vardır ve buna at bağlanılmaz. Sergeler ağaçlarla, yeleden yapılan süslerle donatılır. Sergenin başına tahtadan atbaşı simgesi konur. Bazı masallarda yer altı, yeryüzü ve gökyüzünü birbirine bağlayan Altın Direk ile eşdeğer görülür. Zenginliği, saygınlığı ve gücü temsil eder. Yeryüzündeki kısmına kahramanlar, yeraltındaki bölümüne Erlik, gökyüzündeki parçasına ise Ülgen atını bağlar. Sözcük, Sırık kelimesi ile bağlantılıdır. Sermek fiilinden gelir.

Etimoloji

Ulukayın: Uluğ ve Kayın sözcüklerinin bileşimidir. Türkçede Kayın/Katın/Kadun/Gayın/Kazın/Gacın/Hazın, Moğolcada ise Kadun/Hadun/Kadan/Hadan biçimleriyle değişik lehçe ve şivelerde yer alır.

Bayterek: Bay (varsıl, ulu, kutlu) ve Terek (ağaç, çam, kavak) sözcüklerinin bileşik halidir.

Kaynak: Kaynak: Deniz Karakurt, Türk Söylence Sözlüğü s.218-219 / https://www.facebook.com/Gokturk.impratorlugu 

Dipnotlar:
Ramazan Işık, Türklerde Ağaçla İlgili İnanışlar
Nimet Yıldırım, Eski İran’da Dinler ve İnanışlar

9-) Hayat Ağacı Bilgeliği

hayatağacı Yeryüzünün her yönünü gösterircesine büyüyen budaklarında çıkan kahverengi tomurcuklar, ardından açılan yemyeşil yaprakların ülkesi ağaç, dünya üzerinde insanoğlundan çok daha eski bir varlığa sahiptir… Üç yüz bin yıl önce ortaya çıkan ilk çağcıl kişiler, karşıtlıklar felsefesini bile kıskandıracak biçimde ağacın gökyüzünden vuran yıldırımla ateşin kaynağı olduğunu öğrenir. Bu ateşin kaynağı ise ölüm üzerinden insanoğluna sağlanan hayat sıcaklığıdır aslında …

Zaman içerisinde kişioğlu, ağacın yalnızca odun olmadığını, aynı zamanda uzak bir seyahat esnasında yorucu sıcaklıktan bunalan bir yolcu için, o an gerçekten hayat suyu kadar değerli gölge anlamını ifade ettiğini de öğrenmiştir. Bu da ağacın hayat üzerinden hayat serinliğini sağlamasıdır …

Ağacın kışın yanarak, yazın ise tüm yeşillik gücüyle yaşayarak kişiye sıcaklık ve serinliğin kaynağını oluşturması kişioğlunun, zaman zaman kendisine hakkından gelinmesi gereken bir düşman olarak algılanmasına kadar varacak doğayla tanışması yolunu açmıştır belki de …

Bir ustanın elinde yine karşıtlıklar silsilesinden geçerek ölüm üzerinden başka bir biçime bürünmesi ve böylece yeni bir yaşam anlamını bulması da ağaca, insan dünyasında sahip olduğu dönüşüm içinde aslında manevi anlamda ölümsüzlük, ustanın düşüncelerine ise sanatsal sonsuzluk boyutunu katmaktadır.

Dünyanın çoğu kültüründe önemli bir yere sahip ağaç, hayat ağacı ya da onun daha az oranda bilinen ölüm ağacı (hayat ağacının köklerinin yukarı doğru baktığı biçimi) kültleri biçiminde varlığını sürdürmektedir. Aslında bu iki inanış biçimi de Kamlık inancında Dünya ağacında birleşmektedir, çünkü bu ağaçta hem yaşam hem de ölüm bir aradadır. Zaten karşıtlıklar birlikteliğinin ifadesi olan ağaç dünyanın birçok eski kültüründe yer aldığı mitolojik boyuttan inanç vadisine inerek örneğin tektanrılı dinlerde iyilik ve kötülük anlayışına dayalı bilginin öğrenilme kaynağı olarak karşımıza yeniden çıkmaktadır. Bu haliyle hayat ağacı bir anlamda bilge ağacı duruma gelerek Havva ya da Eva olarak biçimine dönüşerek onun üzerinden varlığına devam etmektedir. Ağacın meyvesine dokunduğuna inanılan Eva sözcüğünün anlamının “hayat” olması bu bakımdan çok anlamlıdır aslında…

Türklerde de tarihin derinliklerinden beri inanışların odağını, masal ve destanların konusunu ve hayatın beşiğini oluşturmuştur. Ağaç Türk kültür yaşantısının içerisinde her baharın gelmesiyle dirilen ve her güzün gelmesiyle sönen sonsuz bir hayat sürecini temsil etmekteydi. Belki de hayat ağacı olarak bilinen inanışın özünde bu dünya görüşü yatmaktadır, hayatın sonsuzluğu …

Türklerde ağaç kutsaldı, ağaç yeşil doğanın simgesiydi. Doğa ise hayatın zaten özüydü…

Güçlü kökleri, geçmişi ve ataları, güçlü gövdesi şimdiki zamanı ve insanların şu anki yaşamını, güçlü budakları ise geleceği ve gelecek kuşakları, gelişmeyi temsil etmekteydi, hayat ağacının. Ağacın bütün üç kısmı da, daha doğrusu evrendeki üç dünya da aslında birbirine eşit bir denge üzerine bağlıydı ve birindeki bozulma hayat ağacının kendisinin de yok olmasına neden olabilirdi …

Yani, geçmişi olan kişiler yalnızca, bugünü yaşadıktan sonra geleceğe doğru uzanabilirdi ve yalnızca geleceği olan kişiler hem kendilerini hem de atalarını anılarında yaşatabilirdi.

Genel olarak tarihsel bir perspektiften bakıldığında Türklerin yaşadığı bölgeler iklim ve çevre olarak ne tamamen kurak ve örtüsüz ne de tamamen buzul ve soğuktur. Bunun yerine ağaçların meydana getirdiği “yişler” her zaman yaşantımız ve dolayısıyla da kültürümüzle iç içeydi. Ağaçlar sosyal hayatımıza bile biçimlendirmiştir, denilebilir. Türklerde kan kardeşliğinin yanı sıra ağaç kardeşliği müessesesinin varlığı işte buna en iyi örnektir. Bu kurumun temelinde ise hayat ağacı kültü yatmaktaydı. Bu inanış ise her ne kadar basit gelebilse de aslında ekolojik denge bakımından oldukça işlevseldi. Çünkü bu inanışlar üzerinden kişiler hayatın kaynağı olan ağaçları satış için kesmezdi, gereksiz yere yakmazdı. Her bir soy, kardeşliğinin dayandığı ve kutsal hayat ağacı olarak kabul ettiği ağaç cinsini asla kesmezdi, bu ise genel anlamda ağaçların korunmasına hizmet etmekteydi.

İskit kurganlarından altın alınlık
Evrendeki Üst, Orta ve Alt dünyayı birleştiren hayat ağacı inanışı Türklerde, ağaç budaklarına çaputlar bağlamak yoluyla dileklerin tutulması geleneğini de kapsamaktadır. Ağaçla konuşulur, onun da tepki verdiği bilinirdi. Artık modern ölçü aygıtlarıyla kolayca saptanabilen ağacın tepki verme olayından atalarımız, bu aletlerden binlerce yıl öncesinde de haberdardı.

Atalarımız için hayatın simgesi olan ağaç, gerçekten de çevrede oksijen sağlayarak, kendisine yüklenen bu anlamı tam anlamıyla haketmektedir. Böylece, modern bilim anlamında ‘ilkel’ olarak kabul edilen dönemde bile insanların, ağacının bu hayati işlevinden haberdar olmaları bir devrim değil midir? Belki de bize bu böyle gelebilir, oysa geleneksel bir ortamda yaşayan bir kişi için bu, duygularında patlamalara açmayacak kadar olağan bir şeydir, çünkü ağaç hayatın simgesiydi …

Bununla birlikte hayat ağacı ya da dünya ağacı ne toprağa dayalı sınırları ne ırka dayalı etnik hudutları ne de kültürel ayırımları tanıyan gerçekten evrensel bir inanış olgusudur. Bu bakımdan bu kült dünyanın birçok kültüründe bu denli yaygın ve aynı zamanda aşağı yukarı benzer çizgiler üzerine kuruludur. Sibirya kamları (şamanları), Üst dünya ile Alt dünyanın kesişme ve birleşme yeri olan dünya ağacı üzerinden kendi metafizik yolculuklarını gerçekleştirmektedir.

Çeşitli ağaçlardan em yapılmakta ve bu anlamda hayat ağacı inanışı gerçek yaşamda da, özellikle hastalananlar için hayat vermekte ya da hayat güçlerini pekiştirmekteydi. Yani, görüldüğü gibi eski kültürümüzde inanış ve gerçek hayat aslında birbiriyle iç içe ve etkileşim halindeydi. Günümüzde ise maalesef …

Belki de, evrenin ana ekseni olan hayat ağacı inanışına göre bizler şu anda yaşamımızın yalnızca güz mevsimini yaşamaktayız ve bir zaman geçtikten sonra Güneşin yükselmesiyle içimizdeki ağaçlar da uyanacak ve yeşermeye başlayacaktır … ”

Kaynak: Timur B. Davletov

8-) Gök ve Göğü Yaratan “Yüce Tanrı”

tatadam

Türkler göğe “Tengri” diyorlardı. Fakat göğü de yaratan kutsal ve yüce bir güç vardı ki, bunun da adı, yine Tengri, yani Tanrı idi. Göktürk yazıtları, gökle yerin ve insanlığın yaratılışını anlatırken, söze şöyle başlıyorlardı:

“Yukarıda mavi gök,

“Aşağıda Yağız Yer yaratıldığında,

“İkisi arasında İnsanoğlu yaratılmış;

”İnsanoğlunun üzerine de,

“Atalarım, Bumın-Kağan, İstemi-Kağan, (kağan olarak) “oturmuşlar!..”

Onların ağzından dinlediğimiz bu cümlelerden de anlaşılıyor ki “Kök Tengri”, kendi kendine kutsal bir güç ve yaratıcı değildi. Onu da yaratan ve her şeyin üstünde olan bir güç vardı. Bunun için de göğe, bir renkle sıfatlandırma yolu ile, “Kök Tengri” diyorlardı. Herhalde, yalnızca Tengri sözü, bunların çok üstünde, yaratıcı ve kutsal bir güçle ilgili idi. Bu sebeple tarihçi Süryani Mikâil, Anadolu Selçuklularının İslâmiyetten önceki tek Tanrılarından söz açarken, “Türklerin bu yüce Tanrıya Kan Tengri, yani Han Tanrı, en Yüce Tanrı dediklerini” yazıyordu. Bu deyim “Kang Tengri” şeklinde de söylenebilirdi. Çünkü eski Türkçede “Kang” sözü, baba ve en ulu ata için kullanılan bir deyimdi.

Türk Kağanları, “Tanrının elçisi” idiler:

Büyük Hun devleti Çağında “Tengri” sözü, yalnız başına, Çinlilerin en kutsal gücünü ifade eden “Tien” deyimini karşılıyordu. Çin imparatoru da, “Göğün ve Tanrının oğlu” idi. Bunun gibi, Büyük Hun İmparatorluğunun meşhur Hükümdarı Maotun (Mete)’nin unvanı da, “Tengri’nin oğlu” idi. Bu deyimler, Çin’de de zamnala değişikliklere uğramıştı. Çin imparatorları Göktürk kağanlarına yazdıkları mektuplarında onlara artık “Kutsal Kağan” demeğe başlamışlardı. Bu yolla, meselâ meşhur Göktürk Kağan’ı İşbara (saha-po-lüeh) Kağan’ın unvanına bir Tanrı sıfatı da, eklenmiş oluyordu. Biz burada bu konuların derinliklerine inecek değliz. Ancak bunları söylemekten maksadımız, “Türklerin yerin ve göğün üstünde olan, tek ve güçlü bir Tanrıya inandıklarını” göstermek içindir.

Türkler başlangıçta Tanrı sözünü, yalnızca yaratan tek Tanrı için kullanırlardı. Sonradan anlamını genişletmiş ve her türlü kutsal ve büyük şeyler için söylemeğe başlamışlardı.

Bu konuda Kaşgarlı Mahmud şöyle diyordu:

“Kâfirler göğe Tengri derlerdi. Yine bu adamlar, büyük bir dağ, büyük bir ağaç v.s. gibi, gözlerine büyük görünen şeylere de, hep Tengri adını verirlerdi. Bu yüzden de bu gibi şeylere tapınır ve secde ederlerdi. Yine bu kimseler, bilgin insanlar da Tengrigen adını verirlerdi”.

Bu kitabın birçok yerlerinde sık sık söylediğimiz gibi Türklerde, sağlam prensiplere dayanan bir “devlet dini” vardı. Büyük devletler yaşadıkça bu değişmez prensipler her şeye hâkim oluyor ve devlet dağılınca da, halk yine kendi bildiğine devam ediyordu. Gerçi halkla devlet dininin esasları birdi. Fakat, her bölgeye ve zamana göre, esas prensiplerde bazı farklar beliriyordu. Uygurların Mani ve Buda dinlerini kabul etmeleri ile, durum büsbütün değişti. Bu dinlerin birçok tanrıları varıd. Bu sebeple her kutsal şeye Tanrı denmeğe başlandı. Hatta öyle bir hale geldi ki, hürmet edilen bir yengeye bile, saygı ifadesi olarak, “Tengrim” sözü kullanıldı. Bunları söylemekten maksadımız, bizi burada ilgilendiren tek şeyin, her türlü dış tesirden uzak, esas Türk düşüncesini bulup ortaya çıkarmak olduğunu belirtmektir.

“Eski Türklerin yüce ve tek Tanrısı, İslâmiyetteki ‘Allah’ gibi mücerret ve şekilsiz bir güçtü”:

Hatta Altay Şamanizminde bile, göğün katlarının resmi yapıldığı halde, Tanrının şekli çizelemiyordu. Düşünmeliyiz ki Şamanizm, Türk dininin en dejenere olmuş bir tipidir.

“Türkler göğün yaratılışı hakkında, İslâmiyetten önce ve sonra, pek ayrı düşünmemişlerdi”:

Eski Bektaşî şairlerinden Âşık Hasan‘ın aşağıdaki şiiri, İslâmiyetin ana düşüncelerine ne kadar uygun ise, eski Türk düşünce düzenine de o kadar uygundur:

“Yerlerin göklerin binasın düzen,

“Ak üstünde kara yazılar yazan,

“Engûr şerbetini Kırklara ezen,

“Hünkâr Hacı Bektaş Alî kendidir!”

Başka bir Türk şairi Azmî Baba da aynı fikri, daha başka türlü anlatıyordu:

“Yeri göğü, insü cinni yarattın,

“Sen ey mimarbaşı, eyvancı mısın?

“Ayı, günü, çarhı, burcu varettin,

“Ey mekân sahibi!… Rahşaneı mısın?

Göktürk yazıtlarında da Tanrı güç verir, Tanrı kut, yani şans ve devlet verir, yanılanları yok eder ama; bütün bunları yapan Tanrının nasıl ve kim olduğundan da söz açılmazdı.

Tanrı’nın şekli yoktu:

“Tanrı kendine benzerdi”: Göktürk yazıtlarında “Tengri-teg Tengri” diye bir deyim geçer. Bu deyim, şimdiye kadar “Göğe benzer gök” diye tercüme edilmiş ve böylece açıklanmıştır. Buradaki Tanrının gök olabilmesi için ona Kök Tengri denmesi gerekirdi. Bu sebeple biz bu deyimi, şimdiye kadar hep, “Tanrıya benzer Tanrı” diye açıkladık. Bu, bir nevi, İslâmiyetteki “Vâci. Ül-Vücud” nazariye ve tefsirinin karşılığı idi.

Allah’ın şeklini ve biçimini bilen yoktur ve bilemeyiz. “Onun vücudu bilinmeyen kendi bünyesine göre, nasıl icâb ediyorsa ve nasıl väcib ise, öyledir”. Yukarıdaki eski türkçe cümle de, Tanrının şeklini soranlara böyle bir cevap veriyordu. Yahut da Tanrı, “Göğün maviliği ve sonsuzluğu” gibidir. Bu durumda da şahıs ve şekil bahis konusu değildi ve İslâmiyetin Allah’ından başka bir şeye benzetilmezdi. Dede Korkut Kitabında, Deli Dumru’un Tanrı için söylediği sözler de, bir nevi Göktürk yazıtlarının bir devamı gibidir. Konumuzu Deli Dumrul‘un sözleri ile bitirelim:

“Yücelerden yücesin!

“Kimse bilmez nicesin!

“Görklü Tanrı!”

Tanrı, “Yokluk” demek değildi:

“Zaman ne mekân” prensipleri üzerinde ayrı bölümlerimizde durmuştuk. Yunus Emre derin bir Mutassavvıftır. Onun fikirlerinde, eski Türk halk inançlarını bulmak biraz zordur. Aşağıdaki şiirinde, yer ve göğün yaratılışını, yine Türk halk deyimleri; fakat “Vahdeti vücûd” nazariyesinin fikri içinde anlatır:

“Yere göğe bünyad uran,

“Irılmadan kayyım duram,

“Denizlere göl çağıran,

“Adım Yunus, umman benim!”

Mustasavvıflara göre yer gök yaratılmadan önce “adem”, yani “Yokluk” vardı. İnsan ruhu, yokluktan geçerek bugünkü hale geldi. Altay mitolojisinde, yaratılıştan önce, uçsuz bucaksız bir “Okyanus” vardı. İran mitolojisinde ise, bir esir (Aether) her tarafı kaplıyordu. Altay ve İran mitolojisinde dünya yokluktan “Ex-nihilo” varolmamıştı. Bununla beraber tasavvuftaki “ademiyet” de büsbütün yokluk demek değildi. İşte yine Azmî Baba‘nın bir şiiri:

“Bu âlemi ekvan yaratılmadan,

“Evvel yokken, vara uğradım geldim!

“Onsekiz bin âlem, dünya boğiken,

“Kâmildeki nura uğradım geldim!”

Bütün bunlar da bize gösteriyor ki, ister Şamanizm’de, isterse İslâmiyet veya tasavvufta olsun, insanlığın birleştiği bazı müşterek düşünceler vardır.

Türklerin, gökle beraber insanlığa da önem vermeleri:

Şamanist Altay Türklerinin “Yaratılış destanları”nı ayrı bir bölümümüzde inceleyeceğiz. Bu destanlara, birçok dış tesirler sızmıştı. Aynı zamanda, eski Türk düşüncesi de, bu destanlarda oldukça dejenere edilmişti. Bu bölümümüzde bizi ilgliendiren konular, daha çok büyük devletler kurmuş ve yüksek bir içtimai seviyeye erişmiş Türklerle ilgili meselelerdir.

Türk mitolojisi gökle yere büyük bir önem vermişti. Bunların yanında üçüncü olarak, çok önemli bir eleman da vardı ki, o da insanlık (Hümanitas) idi. Eski Türkler, bu üçüncü ve en önemli unsura, “Kişi oğlu” diyorlardı. Türklere göre insanlık, İran ve Hint mitolojisinde olduğu gibi Tanrının tecrübe ve hatta eğlenmek için yarattığı canlılar değildi. İnsanlar, Önasya mitolojilerinde olduğu gibi, cennetten kovulmuş ve cezalandırılmış günahkârlar da değillerdi. Eski Türklerde, Mani dininde veya Altay yaratılış destanlarında olduğu gibi, zayıf, korkak, âciz ve iradeleri ellerinden alınmış insanlar da yoktu. Türklerde, ve Yunan mitolojisinde olduğu gibi “Kadın, erkek”, “Okeanus” ve “Tethys” gibi Tanrılar, ne de Hint, İran ve Yunanistan’daki gibi ateş, su, toprak ve hava gibi unsurlar görülürdü.

“Göktürk yazıtları, her türlü mistisizmden uzak, gerçekçi büyük bir devlet mitolojisini, bütün açıklığı ile bize veriyorlardı”:

Elbette ki bu çağda da, böyle Türk destanlarını anlatan ozanlar ile türlü kutsal şeylerden söz açıp törenler yapan, fal açan, hasta iyileştirmek isteyen Şamanlar da vardı. Fakat bunların devlet düzenindeki tesirler azdı. Devlet içinde “Baş Rahip” (Pontifex maximum), kağan ve hükümdardı. Tanrıya karşı mes’ul olan, o idi.

Büyük Hun devletinden beri din törenlerinde hükümdarların başkanlık etmesinin nedenini bunlar da aramak lâzımdır. Yavuz Sultan Selim’i Halife olmağa zorlayan sebepler, Ortaasya Türk devletlerinde çoktan denenmiş ve gereği yerine getirilmişti. “Devlet içinde tek otorite prensibi”, Türk ictiami teşkilâtının temel düzenini teşkil ederdi.

“Türk Kağanlığı”, yer ve gökle beraber yaratılmıştı:

Türkler, Güney ve Önasya mitolojilerinde olduğu gibi ateş, su, toprak v.s. gibi cansız şeylere değil; gök, yer gibi büyük varlıklarla, insanlığa önem vermişlerdi. Bu duruma göre Türk mitolojisinin “Dört elemanı” şöyle sıralanabilirdi:

1. “Gök”,

2. “Yer”

3. “İnsanlık” (Kişi oğlu),

4. “Devlet”: Türk Kağanı.

Tanrının yarattığı ve izin verdiği başlıca dört şey, bunlar idi. Genel olarak büyük devletler kuruldukça, mitolojilerde değişikliklere uğruyor ve bu yeni devlet düzenine uyuyorlardı. Büyük İskender ile Yunanistan; Serhas (Xerxes)’le de İran miitolojileri, bu hükümdarların devlet düzenlerine uyma zorunda kalmışlardı. Elbette ki Türk devleti düzeni ile mitolojisine dışarıdan hiçbir tesir girmemiştir, denemezdi. Ama az sonra da göstereceğimiz gibi, Ortaasya’lılarla Doğu Cermenlerin gök dini ile sosyal düzenleri, atlı göçebelerin yaşama ortamlarına göre doğmuş ve gelişmiş bir sistemdi. Türklerden söz açılırken, hatırdan bir an bile çıkarılmaması gereken önemli nokta işte şudur.

“Tanrı, yer ve gökle beraber insanlık ile Türk Hakanını da yaratmıştı”. Buna benzer düşüncelere, Güney Sibirya’da türk halklarının, mitolojilerinde de rastlıyoruz. Meselâ Ak-Han adlı bir Han, yanındaki adamına şöyle diyordu:

“- Gökler yer yaratıldığında ben de vardım”.

Gerçi Ak-Han bu sözü, hükümdarlığının ve devletinin eksikliğini göstermek için söylemişti. Fakat ne de olsa bu da, eski bir zihniyetin bize kadar gelen bir yankısı idi. Manas destanında, Alman-Bet bölümüne geçilirken de şöyle deniyordu:

“Yer, yer olduğunda; su, su olduğunda;

“Altı atanın oğulları kâfirler; üç atanın oğulları müslümanlar da vardı…”

Bu da bir masal tekerlemesidir. Fakat, insanoğlu ile ilgili olayların yer ve suyun yaratılışı ile birlikte başlaması, elbetteki üzerinde durulacak önemli bir noktadır.

Kaynak: Bahaeddin Ögel

7-) Eski Türklerde Gizli Tabiat Kuvvetlerine inanma (iye inancı) / Doç. Dr. Celâl B. Memmedov

nuna
Eski Türklerin dini inanışlarının esasını GökTanrı inanışı, atalar kültü ile birlikte tabiat kuvvetlerine inanç oluştururdu. Eski Türkler, tabiatta gizli kuvvetlerin olduğuna inanırlardı. Onlar kainatı ruhlarla dolu bir alem kabul ederlerdi. VI. yüzyıl tarihçisi Menandosr, Türklerden bahsederken ‘her ne kadar toprağa, suya ve ateşe kutsiyet yüklerlerse de kainatın tek yaratıcısı olan tek Tanrı’ya inanırlar’ demektedir. Bu yönden eski Türk dini inanışlarından bahsedilirken doğadaki birtakım güçlere mukaddeslik vasfı verilmesi ve saygı gösterilmesi ile onlara inanılması arasında çok fark vardır. Bu farklılığın sınırlarının tespiti, Türk dini inanışları hakkında fikir yürütürken oldukça önemlidir. Eski Türk inanış sisteminde gizli tabiat kuvvetlerine inanışın yeri tam olarak kesinleştirilmediğinden, eski Türklerin yeterince dindar ruhlu olmadıkları, hiçbir dine inanmayıp, hiçbir şeye ibadet etmedikleri, üstelik de inanç sistemlerinin ahlaki yönü olmadığı gibi bazı iddialar da ortaya atılmıştır. Halbuki eski Türk toplumunda kaynağını dinden alan ahlaki değerlere önem verilirdi. Bu sebeple, böyle bir toplumda dinin ve medeniyetin yalnızca oldukça güzel ahengini vurgulamak gerekir. Bu ahenk, tabiatın bizzat kendisinden gelmektedir. Bunun esası, kainatı bir bütünlük içerisinde kavramak gibi ananevi düşünce sistemidir. Böylelikle, yüksek ahlakı bozulmayan ananeye bağlı bu cemiyetin, medeniyeti, dini dünya görüşü ve inançlarıyla ilgili ve iç içeydi. Bu inanış sisteminde tabii objelerin bir göstergesi olarak İzi / İye (yiye / eye) adını taşıyan koruyucu ruhların ayrı bir yeri vardı. Yerin sahibi sayılan mitolojik varlıkların tabiatı ve bunlarla ilgili inanışların İdil boyu ve Sibirya’da yaşayan Türk boylarının mitolojik tefekküründeki yeri nispeten daha geniş bir biçimde araştırılmıştır.

İzi / İye anlayışı, Türk dini inanış tarihi boyunca bilinen en eski anlayışlardandır. Daha önceleri GökTanrı dini ile ilgili olan bu anlayış Türk lehçelerinde de oldukça yaygın şekilde kullanılmıştır.

Bu konuda V. Bang, M. Rasanen, M. Kastren, H. Tanyu, E. Necip, E. Sevortyan, K. Menges, N. Yeqorov gibi birçok ilim adamı kıymetli fikirler söylemişlerdir. Biz daha çok değişik şekilleriyle İzi / İye anlayışının gelişimini ve arkaik düşünce tarzının etnografik çizgileri ile mitolojik yönden geçirdiği semantik şekillenme üzerinde duracağız. Bu semantik gelişim, aynı zamanda hem sitemin içinde gelişmiş hem de kelimenin farklı fonetik varyantlarını türetmişlerdir.

Eski Türk bengü taşlarında idi şeklinde “sahib” manasına gelen bu kelime, Türk lehçelerinden Hakas’ta ezi, Tuva’da ie, Altay’da ee, Kırgız, Kazak ve Nogay’da ie, Sagay’i, Karakalpak’ta i, Başkurt eye, Tatar’da iya, Azerbaycan’da yiye, Türkmen’de ee, Özbek’de eqa, Uygur’da eqe, Kazak ağızlarında iqe, Koybal ize, eski Osmanlı’da is, issi, Özbek ağızlarında iyqa, ike, Saha’da (Yakut)’da iççi şekillerinde kullanılmaktadır. Kumuk Türkçesinde de es şekli korunmuştur. Kelimenin ezi / ege şekillerine Altay ağızlarında, eçe şekline Türkiye Türkçesi ağızlarında, ezi şekline ise Tatar ağızlarında rastlanmaktadır. Eski Türkçe Sözlükte izi / iye kelimesinin idi ve ige varyantları gösterilir (ay yer kök idisi veya yer suv igesi).

Araştırmacılar Etrüsk yazılarında iesi kelimesini okuyarak onu ‘yiyesi’ şeklinde anlamlandırırlar.

Bu fikre göre Moğolcada karşılığı ada olup ‘acıklı ruh’ anlamına gelen asar kelimesinin Eski Türkçedeki karşılığını ezi (yeni izi, issi) oluşturmuş ve Tanrı manasını yüklemiştir.

İzi / İssi anlayışına Kumuk Türkçesinde yeye, Özbek ağızlarında yiqa ve Azerbaycan Türkçesinde yiye şeklinde de rastlanmaktadır. Burada kelime başında bulunan y sesi protez olarak düşünülmektedir.

İlginçtir, kelime başındaki y’li kullanıma abidelerde rastlanmamaktadır.

Türkçenin dil yadigarlarına baktığımızda; Kutadgu Bilig’de bu kelime İdi şeklinde “Tanrı” manasında kullanılmıştır. Kaşgarlı Mahmud’un Divanı Lugatit Türk’ünde İzi hem “sahib, efendi”, hem de “Tanrı” olarak anlamlandırılır. Atabet’ülHakayık’ta İzi’nin “sahib, yiye” ve “Tanrı” manaları verilir. EbuHeyyan’da da İzi’nin “Tanrı” anlamı bulunmaktadır. O, bu kelimedeki z sesinin Türkçede olmadığını, bu sesin ancak Bulgarcada bulunduğunu yazar. “LügatiÇağatayi ve Türkii Osmani”de ise izi sözü Tanrı, ayrıca İdi ise “sahib, yiye” manalarıyla kaydedilir. “Muhabbetname’de ve Seyfi Sarayi’de izi şekli yoktur. Ancak birincide İdi sözü “yiye, sahib” ve tamamı “Tanrı” manalarında kaydedilmiştir. “Bedaü’llügat”da ega, “Nechülferadis”te izi, eya ve eqa sözleri “sahib, yiye; Tanrı” manalarında kullanılmıştır.

Uygur liderleri XIII. yüzyılda “idikut” ünvanını taşımaktaydılar. Ebulgazi, Yedisu’da yaşayan Türklerin diline dikkat ederek “idikut” kelimesinin Moğolcada ‘devletli’ anlamına geldiğini yazmaktadır.

“EtTuhfet’üzZekiyye’de (14. yy.) egi, idi, iye şekillerinde bulunan bu kelime “AltunYaruk’ta iya şeklinde geçmektedir.

“Kelile ve Dimne”de de İdi / İzi ile aynı kökten olan is “sahib, yiye, malik” sözü, Moğol sözlüğü olan “MukeddimetülEdeb’de ise aynı “sahib” manasında i sözü bulunmaktadır.

Eski Özbek ve Tatar Türkçelerinde igi, izi sözüne hatta 1917’ye kadar olan (didaktik) eserlerde İdzi ta’la (İzi Taala) şeklinde kullanılmıştır. Bu ise aslında kanaatimizce Kitabı Dede Korkut’taki “AllahTanrı”, “Yaradan Allah”, “Kadir Tanrı”, “TanrıTaala”, “HakkTaala” ya da “Allahtaala” kullanışlarının aynısıdır.

Ali “Kıssayı Yusuf’ta (idzi, izzi) izi sözünü hem “sahib, yiye”, hem de Allah manasında kullanır.

Kutb’un “Hüsrev ü Şirin’inde ise “İzi atı birle başla sözünni” (İziYaradanın adı ile başla sözünü) şeklinde kullanılmaktadır.

Kur’anı Kerim’in Eski Türkçe tercümelerinde “Rabbena” sözü “Ey İzimiz” şeklinde çevrilmiştir.

XIIXIII. yüzyıla ait bir Türkistan “Tefsir”inde idi ve izi şekilleriyle “sahib, yiye” ve “Tanrı” manalarında kullanılan bu söz “sahib, malik” manalarında da “Kitabı Dede Korkut’un dilinde iye “Kanturalı cemal ve kemal iyesi yigit idi” (D180) ve is “Zira Dede Korkut vilayet issi idi” (D84) şekillerinde geçmektedir.

XVI. asra ait “İbn Kebir Tarihi’nde ise issi ve eye sinonim kelimeler gibi kullanılmaktadır. “Yusuf u Züleyha’da, A. İnan’ın fikrince, Eski Türkçedeki zel sesi ancak İdzi / İzi sözünde korunmuştur ki, bu da İzi’nin Tanrı adı olduğu içindir. (Yazar “Eski Türkçedeki zel sesi” derken herhalde d ünsüzünün {dy} allofonuna benzer ses şeklini dikkate almıştır).

Görüldüğü gibi kaynakların bir kısmı dışında umumiyetle idi / izi / iye (aynı i’e, ie, ige) kelimenin “sahib”, malik” manasının yanı sıra onun ‘Tanrı” anlamını da göstermektedir. Bir tek Lûgati Çağatayi ve Türkii Osmani’de ise farklı olarak İzi “Tanrı”, İdi kelimesi de “sahib, yiye, malik” gibi anlamlandırılmaktadır.

Sözlüklerde (mesela: V. V. Radloff’un Türk Lehçeleri Sözlüğü Denemesi adlı eserinde) İye, İzi, İdi, İqe, ee kelimelerinin “sahip, yiye” anlamıyla birlikte, onun mecazi olarak “peri, ruh” anlamlarını da verdiği görülmektedir.

K. K. Menges’e göre, en eski İdi şeklinde olan bu kelime “Tanrı” demektir.Elbette, palatal d sesi akıcı yz seslerine göre daha eskidir. Ancak, burada idi / izi’nin “Tanrı” mazmunu onun semantik bakımdan geçirdiği genişleme ile gelmiştir. En sona kadar korunan ilk anlamıdır.

Fikrimizce, izi / iye anlayışının ilkin manası koruyucu ruh olan mitolojik varlıklara aittir. Göktürk yazıtlarında da “Yersuv” adıyla ifade edilen aynı koruyucu ruhlarla ilgili olduğunu ifade etmek mümkün olabilir mi?

Altay’da, Türkistan’da şamanların dua ederken yüz tuttukları bu varlıklarla ilgili kültle birlikte, mesela; Kırgızlarda hem de “sahab” (ee, eesi) kültünün varlığı ise bu sorunun tek başına cevabını zorlaştırmaktadır.

İzi / iye anlayışının ihtiva ettiği “Tanrı” anlamına geldiğinde, bu mana onun “yiyelik, sahiblik” mazmunundan türemedir. Yeni “İzi” Eski Türk Dininde GökTanrı’nın bir vasfıdır. Bir Ülgen, Kayrakan ya da Bayat anlayışı Tanrı anlayışını ne derecede kutsileştirirse, İzi anlayışı da Tanrı’yı bir o kadar kutsileştirir.

Bir “Ugan Tengri” ifadesindeki Ugan ve Tengri anlayışları arasında hangi nispet varsa, bir “İzi” ve “Tanrı” anlayışları arasında da aynı nispet vardır. Bu bakımdan XII. asır Türk alimlerinden olan Fahreddin Mübarekşah’ın “Şecereyiensab” adlı eserindeki “aynı çağlarda Türkçede kullanılan Tanrı adlarının Arap ve Farsçadaki Allah adlarına karşılık olarak bazı anlam değişiklikleri bulunduğu” mahiyetindeki bir kayıt da ilginçtir.

Mübarekşah’a göre, Türkler arasında yaşayan Tanrı adlarından Allah adının Arap ve Farsçadaki karşılığı aşağıdaki gibidir:

Tengri : Allah

Ulu Tengri : Hüdavend

İdi : Hüdavend

Türklerin başlangıçta kendi dillerinde yaşayan Allah adlarına sadık kaldıklarını ifade edecek bir özellik taşıyan bu kayıt da bir kez daha ispat etmektedir ki, Türkçedeki İdi adının ölçüleri ile Arapça ya da Farsçadaki Allah adlarının ölçüleri arasında mana farklılıkları bulunmaktadır.

Buna benzer şekilde “Kıssayı Rabguzi’deki “Oğan / Uğan”ın bir kaide olarak “Allah” diye anlamlandırılmasına bakılmaksızın, onun “ Tanrı”dan az da olsa farklı anlamı “Allah” anlayışını ifade ettiğine dair fikir de dikkati çeker.

Yeri gelmişken, İzi / İye anlayışı bir eski ee şekliyle Buryat şaman panteonunda bütün yaratılmışların yaratıcısı olan, hatta Esege Malaa’nın yaratıcısı sayılan ve Ee Hayrhan denilen en ulu varlığın adında da korunmuştur.

“Kutadgu Bilig’de “Apa yazdı erse Bayat kınadı” örneğinde BayatTanrı mazmununu taşır. Yahud Kutb’un “Hüsrev ü Şirin”nde kullanılan “İdi dergahı” ifadesindeki İdi / İzi de Yaratan’a mahsus olan sahiplik, yiyelik anlayışını gösterir. Çünkü, Tanrı en yüksek ilahi varlık olarak en büyük koruyucudur, hıfz edendir. Belalardan uzak tutar. Ancak saygı ile anılmasını ister.

İzi anlayışının Saha Türkçesinde ece şekli de var ki, Tanrı’ya ihtiramla yönelinmesini, Yaratana hitap olunduğunu bildirir. Bu bakımdan da “İdi dergahı” ve ya “İzitaala” ile aynı semantik ifadeye dayanır. Gözden geçirilen abidelerde de İzi tam olarak “Tanrı’yı değil, O’nun sahipliğini, Yeringöğün yiyesi olduğunu bildirir ve devamlı olarak bu sözün “sahip, malik ya da yiye” mazmunundan sonra kullanılır.

Yudahin de sözlükte Kırgız Türkçesindeki “ee” sözünün karşılığında önce sahip kelimesini, sonra aynı kelimenin daha sonraları ortaya çıkan ikinci anlamı olan “Tanrı” manasını vermiştir.

Kaşgarlı Mahmud’un Divanı Lugatit Türk’ünde “İdzi” (İdhi) sözünün “sahip, efendi” anlamını verdikten sonra Tanrı’ya da “İzi” denilir, şeklinde ifade etmesi bir tesadüf olmasa gerek. Burada dikkati çeken sadece Tanrı’ya “İzi” denilmesi değil özellikle “Tanrı’ya da” “İzi” denilmesidir. Yeni Tanrı başka vasıflarla anıldığı gibi, “İzi” vasfıyla da anılabilmektedir. Bu, “İzi” anlayışının her yönden anlamına uygun gelmektedir.

Eski Türklerin tabiatta varlığına inandıkları gizli kuvvetler ise özellikle aynı İdi / İzi / İyeler adıyla bilinen koruyucu ruhlar idiler. Aynı İyelerdir ki, çoğu halde bu anlayış Tanrı adının sinonimi gibi onunla neredeyse aynı ölçüde “Tanrılar, ruhlar” şeklinde kullanılır. Bazen Türklerin çok sayıda Tanrılara, ruhlara inandıkları da iddia edilir. Halbuki burada Tanrılar denilen, hakkında tartıştığımız koruyucu ruhlardır. Mesela, Umay da, Al da uydurma bir tabirle söylenildiği gibi, bir Tanrı ya da Tanrı gibi değil, bir koruyucu ruh, yeni “İye”dir, ikinci dereceli ilah değildir. Türk etnikmedeni sisteminde “İzi / İye bir mitolojik varlık gibi zamanzaman melek (ferişte), evliya vb. adlarla karşımıza çıkar. Mesela, Azerbaycan Türklerinin inanışına göre “eye melekdi… Göze görünmez.”

“Manas” Destanında:

“Umay ene perişte.”

(Bir melek Umay ana)

Şor Türkleri Umay adlı bu koruyucu ruha Mayezi derler ki, buradaki “ezi” de ele İzi / İye / Eye’nin aynısıdır.

Kazakistan’ın günbatar bölgelerinde ise:

“.May eulie”, yani Umayevliya denilir.

Yanlış olarak İlahlar, Allahlar ya da Tanrı (ça) lar adı verilen aynı göze görünmez kuvvetler ise Yunanlıların veya Romalıların dininde olduğu gibi panteon teşkil eden bir sistemde birleşmez. Sadece bir anlayış gibi kendi ölçülerini “İzi / İye” yerine Tanrılar vb. ifadelerin kullanılması Türk etnik medeniyetinin ayrılmaz parçası olarak din düşüncesi doğru şekilde tespit edilememektedir. Aksine, “ona putperestlik şeklinde çok Tanrılı bir din görünüşü verilir.” Ay Tengri, Gün Tengri ifadelerine gelindiğinde ise, bunun da Uygurların Mani dinini kabul etmeleri ile ilgili olduğu bilinmektedir.

Bu manada İzi / İye olarak bilinen varlıklara su ilahesi, yer Allah’ı, dağ Tanrısı vb. ifadeler, Türk etnik medeniyetinin kendi kaynağından gelmemektedir. Bunların yerine, ananede su eyesi, yer issi, dağ iyesi vs. vardır.

Türk dünyasında oldukça geniş yayılmasından gibi, protürk çağından bu yana aziz, dokunulmaz ve mukaddes olanla ilgili ilk semantiğini koruyan, sistemli semantik anlam değişmeleri geçirerek başlangıcındaki mitolojik mazmununu koruyan, mukaddesliğini kaybetmiş olanla ilgili manaları daha sonraları ortaya çıkan ve bugün de Türk mitolojik düşüncesinde yaşayarak eski idi ile genetik yakınlığı, yer iyesi, suq eezi, ot iyase vb. adlarla ifade olunan aynı mitolojik varlıkların görüntüsünde belirli tabii objeleri tecessüm iletirdi.

Başlangıçta Tanrıcılıkla, sonradan ise şamanizm görüşleriyle ve böylece Şamanizm’le karışmış GökTanrı diniyle ilgili olarak meydana çıkan İye / İssi anlayışı sadece dilcilik yorumlarıyla değil, tamamını Türk din düşüncesi ışığında ve etnografik materyaller esasında bütün genişliği ile araştırmak mümkündür. Mesela, Şamanizmle ilgisi açısından aşağıdaki farklara dikkat etmek gereklidir: Türk Şamanizminde hem kam ruhunun terbiyecisi, hem de kamın ruh yoldaşı iyekıl adını taşıyor. Saha Türklerinde kamın öbür dünyada yaşayan ruhuna verilen iyekııl adında da iye anlayışı Şamanizm terimi olarak kalmıştır. İye sözünün Şamanizmle ilgili mazmunu Çuvaş Türkçesinde “sağalmaz azara tutulan adam; cinli, delidivane manaları” bildiren iyele (eyeli) sözünde de korunmuştur vb. Tabiatın kendi içinden gelen bu hami ruh koruyucularını Sibirya ve Orta Asya’nın Türk halklarının eposları için kanonik obrazları farz edilir, eski mitolojik tasavvurlardan gelen bu varlıklarda Şamanın tecessümünü görür. Ancak mukayeseli umumi Türk Din Tarihi yazılmadığından ve GökTanrı dini sistemli şekilde tam olarak araştırılmadığından iye anlayışıyla ifade olunan mitolojik varlıkların tabiatı hakkında da kesin ilmi tasavvur yoktur. Mevcut bulunan dil ve etnografik malzemeler ise sistemli olarak incelenmediğinden, araştırmalarda yanlış sonuçlar alınmaktadır. Mesela, Türkmenlerde güya İslamiyet’in tesiri altında iyelere, bu Tanrıcıhami ruhlara güya münasebetin değişmesi ile aynı mitolojik varlıkların kötü şerli ruhlara çevrilmesi ya da Çuvaşlarda “cin, şeytan” anlamını bildiren eye misali, iyelerin daha çok cinlerle aynileştirerek zararsız olmadıklarına dair fikirler gibi. Halbuki burada mitolojik varlığın müspetten menfiye doğru kavram değiştirmesinden, benzerlerinin eski tasavvurlarını gittikçe unutulmaya yüz tutarak belirginliğini kaybetmesinden başlamış mitolojik varlıkların eskiden kendinde olanları yeni biçimlerde yaratarak ön plana çıkarıp her an yenilenme halinde olan ananenin dahilindeki anlayışını, medeniyetin bütün diğer şekillerini dikkate almak gereklidir. Bütün bunlar göz önüne alındığında İzi / İye anlayışına sadece filolojik malzemeler ile değil, tamamının etnografik deliller ışığında kompleks olarak izah getirebilir.

Eski Türkler, bilindiği gibi, kainatın ruhlarla dolu olduğuna inanıyorlardı. Tabiatta olan bu gizli güçler dünyanın üzerinde dolaşırlardı. Topraklar üzerinde “hakimsahipler” veya “hakimruhlar” da olarak adlandırılan bu varlıklar gözle görünmezlerdi. Eski Türklerin aynı ruhlar hakkında çok belirli tasavvurları vardı. Bu ruhlardan iyilik getireni de, kötülük vereni de olurdu. Lakin onlar ayrı ayrı bölgelerde bulunmaktaydılar. Yani aynı ruhlar aynı zamanda hem iyi, hem de kötü olmuyorlardı. “Yeg”ler veya “bizden yeyler” denilen demonik varlıklar vardır ki, onlar ancak insanlara zarar verirlerdi.

Bir de iye / issi denilen hami ruhlar vardı. “sahab”, “sahib”, bazen de “kimsene” denilen, hayırbereket getirdiğine inanılan ve uykulara da giren bu varlıkların, sahibi oldukları yerlerde yaşadıklarına inanılırdı. Ord. Prof. M. Fuad Köprülü’nün yazdığı gibi, “esasen Türkler Tanrı’yı ve ikinci dereceli ilahlar demek olan idi’leri korkunç görmüyorlardı; çünkü bunlardan hiçbir kötülük gelmezdi.”

“Azerbaycan mitolojik metinleri”nde de iye (eye) lerin kötüler değil, iyiler oldukları anlatılır: “Gözümüzden ne görüyorsak, hepsinin eyesi var. Bu iyeler bize görünmez. Ancak iyelerle bizden yeylerin arasında fark var. Bizden yeyler hiç bir şeyin sabahı değil. Ancak eyeler neyin eyesi ise, onun da sahabı idi, kendisi de onda yaşıyor. Mesela, bey iyesi beyin sahabı idi, beyde de yaşıyor. Ta suda, yahud, dağda bey iyesi olmaz. Onların da kendi iyeleri vardır. Ancak bizde yeyler her yerde yaşıyorlar. Özellikle de karanlık yerlerde, harabe yerlerde, ağaç altında, su başında yaşıyorlar.

Bizden yeyler daima insanın malını çalıyor, kazanın, elbisenin, bulgurunu, yağını götürür, pilav pişirip yer, elbisesini giyip oynuyor. Ta bir sözle, bizden yeyler daima insana zarar verir.

Ancak iyeler çok faydalıydı. Eğer onların yakınına geldiğinde selam verirsen, giderken de ‘selamet kal’ dersen, bir şeylerini aldığında izin istersen, senden hoşlanacak, daima sana yardımcı olacak, mesela, dediklerimi yaparsan, ev iyesi evimi abad eyleyecek, daima evinde mutluluk olacak. Yol iyesi yolunu uğurlu kılacak, bağ iyesi mahsulünü bol eyleyip seni zengin edecektir. Diğerlerini de bunlar gibi mutlu kılacaktır.

Evin, avlunun, bağın, suyun, yolun, dağınher şeyin iyesi var. Bunlara selam vermen gereklidir. Örneğin, eğer bağa gelmişsen: ‘Selam, a bağ iyesi, geldim bağımı sularım, ağaçlarımın dibini belleyim.’

Giderken de diyorsun ki, “Selaâmet kal, a bağ iyesi, ben gidiyorum, yine geleceğim.” Bunları yüksek sesle söyleyebilirsen, yüreğinden söyleyebilirsen. Bağ iyesi hepsini duyacaktır.

Bu iyelerin içinde hepsinden üstünü su iyesidir. Su iyesi suda yaşar. Sabah erkenden suya gittiğinde, su iyesine selam vermen gereklidir. Hiçbir zaman suya tükürmek, suya çöp atmak olmaz. Yoksa su iyesini küstürürsün”.

Göründüğü gibi, İdi’nin eski Türk düşüncesinde var olan ilkin mitolojik anlamı burada da korunmuştur. Ancak ilah demek olmayan iyeler arasında herhangi bir hiyerarşik bağlılık da bulunmamaktadır; her birisi sahibi olduğu yerde yaşıyor, yani neyi ifade ediyorsa, kendisi de odur (Olduğu yerin iyesi olması bakımından Yakut (Saha) olonkholarındaki yer hamisi, yer ruhunun mitolojik obrazı da bu bakımdan fonksiyonel anlamına göre iyelere yakınlığı ile de dikkati çeker).

Muayyen kayd u şartla “hami (koruyucu) ruh” denilebilecek bu varlıkların panteonu uzun müddet halk hafızasında korunmuş eski Tanrıları olduğu fikri de Tanrıcılık dini anlayışını karanlıklaştırdığından, umumiyyetle, kabul edilemezdir.

Aslında çok kanaatkâr olan iye adlı aynı varlıklar hiç de faydalı veya zararlı olmakla, mesela, kara iye ve ak iye diye birçok araştırmalarda gösterildiği gibi, iki gruba ayrılmıyorlar (Etnikmedeni sistemin ayrı ayrı ananelerinde ise aynı adlı bir varlığın aksi işaretli mitolojik anlamın taşıyıcısı olabilmesi istisna değildir). Sadece, onlara karşı saygı ile davranıldığı zaman yaratılışları itibarıyla hayırlı olduklarından hayır getirir, saygısızlık gördükleri zamanda da zarar verirler. Çünkü kaynakta mukaddes, aziz ve mübarek yüzlü (yani sakral) olanla ilgilidirler.

İzi / İye anlayışının bu semantik tutumu “Tanrı” sözüyle aynı şekilde manalandırılarak onun eş anlamlısı gibi anlaşılmasına imkan oluşturulmuş, kendisini ifade etmesi tanınmıştır. İesi / isi / izi olarak tabir edilen bu varlıkların menşei ile ilgili bir AltaySayan mitinde şöyle denilir: “Erlik göklerden indirildiği zaman ardınca orda onun hizmetinde bulunanlar da yerlere saçıldılar. Suya düşen su iyesi, dağa düşen dağ iyesi vs. oldu”.

L. P .Potapov haklı olarak eezi’lerin menşeinin bu tür izahını hami ruhların çoğunlukla itibarda olmasından halk düşüncesinden uzak olmaması ve onun kendine mahsus tarzda yorumlanması ile ilgili düşünür.

Kırgız Türklerinin inanışlarına göre de ruhlar nesnelerin yaratılışlarına katiyyen iştirak etmiyorlardı. Onlar ancak dünya düzene girdikten, yeni dünyanın yaratılışından sonra var olduklarını göstermeye başladılar. İnanışa göre, insan faydalı ruhlara, yeni iyelere kulluk etmekle fayda buluyordu.

Bütün bunlar gösteriyor ki, Türk din düşüncesinde İzi / İssi / İye adıyla bilinen bu mitolojik varlıkların yeri müstesnadır.

Dilcilik yorumları da bu anlayışı bir sistem bütünlüğü içinde Türk din düşüncesiyle ilgilendirmektedir. Nazari bakımdan da “bir kelimenin, semantik olarak farklılaşması çok olur, onun dildeki fonksiyonu da geniştir. Eğer semantik ayrışma ile beraber allomorfların da çoğunluğu bu ise onun en eski kelimelerden oluştuğunun delilidir.”

İzi / İye / Eye anlayışının da Türk lehçelerinde oldukça fazla allomorfu vardır. Aslında derin anlam bölünmesine de uğramıştır. Bu manada L. Budakov’un İzi (Tanrı) anlayışını Fars dilinin ized kelimesiyle mukayesesi ve “göndermek, yollamak” anlamında (iz) mek fiiliyle birleştirmesi yanlıştır.

Aynı şekilde Çuvaş Türkçesinde yakınlık bildiren terimlerin etimolojisine dair kıymetli araştırmanın müellifi N. İ. Yegorov’un da Tuva Türkçesindeki ie, Saha Türkçesindeki iye vb. şekillerinin “büyük bir ihtimalle HindAri dilleriyle bağlantılı olduğu”na dair fikri netleşmemiş şekildedir.

İzi / İye anlayışının Kök Türkçeden bu yana geçirdiği evrede bir “ana” anlamı da vardır. E. Sevortyan “Türk Dillerinin Etimolojik Sözlüğü’nde Tuva ve Saha Türkçelerindeki iye ile Hakas ve Baraba Türkçelerindeki ine sözlerinin aynı kaynaklı olabileceği kanaatindeydi. R. Ahmetyanov da eye, iye, eye anlayışını Eski Türkçedeki ege ile bağlı olabileceğinin mümkünlüğü fikrini ileri sürüyordu. Buraya, elbette, Özbekçedeki oyi sözünü de ilave etmek mümkündür.

Bize İzi / İye anlayışı “ana” semantik gelişmesinde Türk dinimitolojik düşüncesinin prensiplerine uygun bir tezahürüdür şeklinde gelmektedir.

Kanatimizce, İzi anlayışının eze, eye ve eje, eçe şekilleri de aynı kökden gelmektedir.

Türk lehçelerinde bu anlayışın içe, eçi, iççi, edze vs. şekilleri de “ata” anlayışı ile ilgilidir. Lakin eski “ata” anlayışı bugünkü manalarıyla eşit değildir.

Orhun Abideleri’ndeki “ecdad”, “atalar” anlamındaki Ecüapa deyimi bulunmaktadır. “. yer yaratıldı ikisi arasında insanoğlu yaratıldı, insanoğlu üzerine EcümApam…”

Görüldüğü gibi İzi / İye anlayışının atalar, yani ecdad kültüyle ilgili olan mazmunu bulunmaktadır. İdil Bulgarlarının dilinde de “ece”ata manası ifade edilir.

Saha Türkçesinde ruhların adlarıyla birlikte kullanılan iççite sözünün aynısıdır. İlginçtir ki, Hakaslar Umaya Imayiçe, Şor Türkleri de Mayiçe derler. Buradaki içe kökü üzerinde az sonra yine duracağız.

A.Gölpınarlı, “Vilayetname’de geçen terimler içerisinde içe tarzında yazılmış olan kelimeyi Oğuz Türkçesinde “evliya” diye açıklamaktadır.

Buradan iziiççiiçe anlayışıyla temelinin Şamanizm çağlarında atıldığı ihtimali ileri sürülen veli (evliya) kültü arasındaki bağlılık öne çıkmış olur. İzi / İye kültü kendi kökünü tabiattan alır. Tanrıcılık dünya görüşünün ayrılmaz parçası olan ve Şamanizm elementlerini yaşatan pirocak inanışı da tabiattan gelmektedir. Bu manada özünde birer kutsallık olan pirocaklar, şıhlar gibi aynı derecede kutsallık taşıyıcısı olan İzi / İye kültü arasındaki bağlılığın öne çıkarılması da Türk din düşüncesi, etnografyası bütünlüğünde Türk etnolojisi karşısında duran önemli sorunlardandır. Yani pirocak kültü, evliya inancı ile tabiat kuvvetlerine inanmanın ifadesi olan İzi / iye kültü gibi inanç sistemi arasında bağlılık bulunmaktadır.

Türk Tanrıcılığı Şamanizmle karışmadan önce ise Eski Türk inanç sistemindeki atalarecdad kültü evliya (veli) kültünün hazırlanmasında mühim rol oynamıştır. Bunu izi anlayışının “ecdad” anlamı da gösterir. Bu anlamıyla da eçi, eçig, eçige şekillerinde Altay dil ittifakı çağında Moğol dillerine geçtiğini düşünmek mümkündür. “EtTuhfettü’z Zekiyye fi’lLugatit Türkiyye’de “hekim, tabib” gibi anlamlandırılan içegi sözünün de bu kökten olup olmadığını söylemek şimdilik zordur. Fakat evliyaların başlıca fonksiyalarından birinin de hastalara şifa vermek olduğu düşünülürse, böyle bir bağlılıktan bahsedilebilinir.

İzi / İye anlayışında kadın hattıyla olan anlamın üstünlük teşkil etmesinin ise kendine has sebepleri bulunmaktadır. Bunu hiç de geçmişin derinliklerine götürerek kadın kültüyle ilgilendirmek doğru değildir. Yani aynı koruyucu ruhların karakterinde kişi cinsiyle bağlı elementleri anaerkillikten ataerkilliğe geçiş devriyle ilgilendirmek yanlıştır. Etnografyaya dair araştırmalar da göstermiştir ki, “klasik ibtidai cemiyyette cinslerin gayri beraberliği bilinmemektedir; daha sonraları da kadınlar hiçbir zaman hakimiyette olmamışlardır. Bundan başka Türk halklarının da etnografik, folklor, tarihi, arkeoloji materyalleri burada anaerkil adlı bir şeyin herhangi bir zamanda yaşadığına dair küçük bir işaret dahi bulunmamaktadır. Aynı sözleri ataerkil terimi için de söylemek mümkündür”.

Potansiyel olarak başlangıçtaki bütünlüğü temsil ettiklerinden aynı varlıklarda hem erkek başlangıcı, hem de kadın başlangıcı bulunmamaktadır. Mesela, şaman bir varlık olarak artırmabolluk anlayışıyla ilgili olduğundan onda her iki başlangıç da bulunmaktadır; merasim zamanı kadın giyimi giymesi de bunu gösterir.

Kadın ana artımla bereketle ilgili olduğundan birçok ananelerde bu özellik öne çıkmıştır. Fakat aynı değer hiçbir halde mutlak hakimiyete veya üstünlüğe dönüşmüyordu.

Erliğe “ada”, yani “ata” denilir. Buradaki “ata” anlayışı başlangıçta, İlk Çağ’da artım mazmununu da taşıyor. Erliğin tubakişilerin tasavvurunda hem de kadın görünüşünde iri, uzun göğüsleri olan bir varlık gibi olması bir tesadüf olmasa gerektir. Hızır da bir “ata”dır. Süleyman Bakırgani “Hızı rİlyas atam var” der. Halk şairlerinin rüyalarına giren varlıklardan biri Saçlı Derviş adında ermiş, yani evliya bir kadındır. Bu kadının ise rivayet edilenlerin sonunda Hızır olduğu söylenilir.

Bu ve diğer ayrılıklarda da İzi / İye anlayışında kadınana ve kişi hattıyla ilgili mazmunun varlığını da gösterir. Bunun bir delili de mesela; Humay adındaki mitolojik varlığın bir ananede Imayiçe, başka bir ananede Mayezi, bir diğer ananede Mayene olarak adlandırılmasıdır. Hakaslarda odun sahibi hem Otine, hem de Otiçe adını taşır. Aynı bir varlığa hem içe / iççi, hem ezi, hem ene denilmektedir. Bu ise aynı anlayışların aynı simvolikayı ifade ettiğini, aynı semantik yük taşıdığını gösterir. Başkurt Türk ağızlarında iney şeklinde kullanılan kelimenin hatta ese, esey şekilleri de bulunmaktadır.

İzi / İye sözünün bir allomorfu olan eci Aydın Türkmen Alevilerinin ağzında ananın anasına denilir.

V. Radlof’un derleyip yazıya aktardığı “Yaratılış Destanı”nda ise ulu Hava ana “Eçi” adındadır. Kaşgari’nin “Divan.”ına göre eçiyaşlı kadına denilmektedir. Çağataycada da ece “ana” manasını ifade ediyordu.

Eski Uygur Türkçesinde ige, ite, iti, idi “bey”, “sahip”, “Tanrı” anlamlarıyla bilinen bu sözün kadınana ile bağlı mazmunu, fikrimizce, Türkiye Türkçesinde “küçük çocukları korkutmak için uydurulmuş hayali varlık” gibi izah edilen, aslında mitolojik düşüncede bolluk ve artımı temsil eden Umay ananın mitolojik simvolikası ve adıyla ilgili “Umacı” sözünde de bulunmaktadır. Bizim kanaetimizce, Umacı sözü “Umay içe / Imay içe”nin fonetik bakımdan değişikliğe uğramış şeklidir (Anlayışın taşıdığı ilk mitolojik manasından çok sonraları unutulup ortadan çıkabildiğini de belirtmek gereklidir. Burada ise mitolojik simvolikası bakımından Umacı ile Umay ana arasında bağlılık, en derin katlarda olsa bile, korunmuştur).

İzi / iye bir yerde de sonradan kazandığı profan mahiyetli mazmun ifade ettiği gibi, mukaddes ve mübarek yüzlü olanla ilgili mazmununu da koruyup saklamış ve Türk dinimitolojik terminolojisine dahil olmuştur. Eğer “bey” sözünün de sakral ve “mukaddes” olanla ilgili mana taşıdığını düşünürsek, A. von Gabein’in, “idi, ige, iye.” sözlerini “bey”gibi izah etmesi anlaşılmış olur.Çünkü “bey” sözünün ilkin anlamında sakralla ilgili mazmun bulunmaktadır.

Türk lehçelerindeki bütün (izi, idi, iye, i’e, ie, ige, ege, eye, eze, eçe, eyye, eye, ez, ize, iyge.) şekilleriyle “İzi / iye” anlayışının izahına gelirsek, bu sözün ilk şekli edi gibi görülmektedir, onun fonetik gelişimi edi>iyi>ii>i şeklinde izlenmektedir.

Bir başka fikre göre, kelimenin eski şekli “es”tir. Hatta is şeklinin yeniden parçalanıp isi şekline girmesi şeklinde de izah edilmektedir.

Üçüncü bir fikre göre, idi / izzi / izi sözü z>s değişmesiyle idi>izi>isi şeklinde bir inkişaf geçirmiş, d>z>y inkişafından sonra iyi şekli ortaya çıkmıştır ve daha sonra ys>ss benzeşmesiyle iyisi>iysi>issi şekline dönüşmüştür.

Saha Türkçesindeki iççi şeklini ise V. Bang, ii, idi, isi>iizi vasıtasıyla idi’ye götürmektedir.

Bununla birlikte, bazı araştırmalarda da kelimenin kökündeki gz (ve ya zg) yg ünsüz şekilleri arasındaki münasebetler meselesinin çetin ve mürekkep olduğunu göstermektedir. E. Necip ise iye sözünü tabii olarak ega köküne bağlılığını söyledikten sonra bu kelimeyi OrhunYenisey yazıtlarındaki idiye kadar götürmek mümkün olabilir mi diye sormaktadır.

Kanaatimizce, idi, izi, ize veya iççi. şekillerini bu tür fonetik farklılaşma, ses değişmesi veya doğrudan ses gelişimi gibi izah etmek yanlış olur. Doğrudur, Türk lehçelerinde d>z>y, aynısının d>z>c şeklinde ses değişimleri mümkün olabilmektedir. Mevcut araştırmaları da esas alırsak, y sesi izi anlayışının muhtelif sıralarındaki söylenişleriyle dialektik bağını göstermektedir, o zaman kelimenin en eski dialekt farklarını koruyup sakladığını söylemek olur. Yeni idi, izi, iye, ige sözlerinden hangisinin evvel, hangisinin sonra olduğunu veya idi şeklinin iziye, onun da isiye vs. geçdiğinden, yahut da dar ünsüzlerin genişlemesi hadisesiyle değil, sözün muhtelif söyleyişlerinin en eski dialekt farklarını aslını akssettirdiğini söylemek mümkündür.

Prof. F. Ağasıoğlu, kaynağını eski ses yuvalarından alan ve ses kuruluşunun umumi gelişim kurallarına uygun olan dialekt farklarından konuşurken protürk devrindeki dialektlerin sonraları dahili dialektlere, şivelere ayrıldığını ve muhtelif zamanlarda defalarca birbirine karıştığını söylemektedir.

Yazara göre, protürk devrindeki dialektlerden diğerlerine nispeten d / y dialekt farkı daha sonra ortaya çıkmıştır. Protürk’ün son merhalesinde d ünsüzü [dy] şeklinde d’ allofonu olmuştur ki, sonraki inkişafta dialekt farkları sonraki devirlerde d / d’/y refleksini, daha sonra da t / z / c / j / ç reflekslerini ortaya çıkarmıştır. Bu gelişim kelime içinde d’ / d / z / y / g / t paralelliği şeklinde kendini gösterir.

Bu fikir idi / izi / itti / iye / iççi paralellerinin de meydana çıkış sebebine de doğru şekilde izah getirir ki, bununla da “sözün kökünde ünsüz şekilleri arasında çetin ve mürekkeb olduğu” sanılan münasebetler asıl halini bulmaktadır. Yani protürkte varlığı onun ayrı ayrı Türkçelerde değişik şekillerinin ortaya çıkmasını da sağlamıştır.

En eski idi (idzi / izzi) şekliyle başlangıçta hiç de Tanrı anlamı bildirmeyen bu kelime Tanrıya mahsus koruyucu, hami vasfını sonradan kazanmıştır. Yazılı abidelerde de onun en önce “sahib, malik” mazmunu, sonra ise “Tanrı” manası kayda alınmıştır. Bazı kelimelerde ise dil ve din düşüncesinin kanuna uygunluğu kendini göstermekdedir. Anlayışın “izi” dialekt farkıyla “Tanrı”, “idi” “sahib, yiye” manalarında belirtilmesi gibi.

Netice olarak, kısaca söylemek gerekse, “yiye; Tanrı; melek; ata, ana; ecdad” anlamları yönünde geçirdiği semantik değişmeler ve bu mana değişmeleri ile beraber çok sayıda allomorflarının varlığı idi / izi / ige / iye / yiye / eye anlayışının en eski Türk kelimelerinden biri ve hem de mitolojik çağ Türk düşüncesininin mahsulü olduğunu açıkça ispata yetmektedir. Bu manada her medeniyetin özünde olduğu kadar Türk medeniyetinin bu şekilde sırf milli özelliğini ifade eden rumuz kodlarındandır ki, başka medeniyetlerde tam karşılığı bulunmayan (medeniyetşinaslıkta bazen böyle anlayışların adına “lakun” denilir) ve bir dilden başka dile aynısının çevrilmesi mümkün olmayan aynı tip anlayışlar çoğu zaman alındığı dilde ne kadar varsa bu şekliyle muhafaza edilebilir.

Böylelikle İzi / İye (eye / yiye) adları ile bilinen mitolojik varlıkların, tabiatının aynısının etnografik ve dilcilik ölçüleri esasında araştırılması gizli tabiat kuvvetlerine inanışın Türk dini dünya görüşünün esaslarından biri olduğu gerçeğini ilmi şekilde ispata yetmektedir.

6-) OZAN

JIJI

Bir bağ,
Bu dünya ile sonraki arasında;
Susayanlar için, bir tatlı su havuzu;
Bir dikili ağaç
Güzellik ırmağının kıyısında
dileyen aç kalplere olgun meyveler sunan.Umutla şakıyan bir kuş
Konuşmanın dallarında..
Bedenleri duyarlılıkla dolduran ezgilerek söyleyerek
Yükselip Cennetleri dolduran
Bir beyaz bulut gökyüzünde
Ve sonra cömertlik saçan Hayat’ın kırlarındaki çiçeklereBir melek;

Tanrılar’ın gönderdiği insanlara tanrıların yollarını öğretsin diye…

Asrarte’nin yağla doldurduğu
Karanlığa yenilmemiş
Işıması gizlenmemiş bir ışık
Apollo’dan saçılan

Tek başına
Basitliği giyinmiş
Ve duyarlılıkla beslenmiş.
Doğa’nın koynuna oturmuş, yaratmayı öğrenirken
Ve ruhun inişini beklerken
Gecenin sessizliğine uyanmış.
Duygu bahçesine gönlünün tohumlarını ekmiş bir çiftçi
İnsanlar götürür ürününü
toplanacağı ambara

Ozan’dır o insanların o yaşarken kulak vermedikleri,
Ve ayrılınca dünyadan, kendi cennetine gideceğini bildikleri…

İnsanların küçük bir gülüşü bile sakındığı şeyleri arayan O’dur;

Onun nefesleri yükselip, güzelliğin canlı hayaliyle gökkubbeyi doldurur.
Oysa insanlar, ondan yiyeceği ve sığınağı sakınır.Ne zamana kadar, ey insan,
Ey varlık, ne zamana kadar
Onur evleri kuracaksın onlara
Kanla yoğrulmuş topraktan
Ve sana barış ve rahatlık sunanlardan kaçınacaksın?
Ne zamana kadar öldürmeyi öveceksin
Ve baskı boyunduruğu altında boyun eğenleri?
Ve unutacak mısın, günlerin görkemini görmen için
Karanlığa ışık saçanları?
Onlar ki sırlar içinde yaşarlar
Senin erişemeyeceğin o mutluluk ve keyfiyleVe siz ey ozanlar
Bu hayatın hayatları:
Fethettiğiniz yılları
İnsanların zalimliğine karşın
Ve bir defne dalı kazandınız
Aldatmanız dikenlerinden
Siz, gönüllerin üstünde bağımsızsınız
Ve sonsuz olacak sizin krallığınız

 ŞİİR: HALİL CİBRAN- GÖRSEL: DEDE KORKUT- ASİF AZERELLİ POTRESİ

5-)GÖKTANRI İNANCI VE ALEVÎLİĞİN BENZERLİKLERİ

otantik-yastık

(Konuya girmeden önce kendi açıklamam: Bu inancı; her görüşten, her kesimden dinlemek, okumak, duymak farklı kesimlerin fikirlerini almak benim için çok önemli. O yüzden ilerleyen günlerde çok çeşitli bakış açılarına da yer vermeye çalışacağım.)

Anadolu’da yaşayan Alevîliğin ne Hıristiyanlık ne Yahudîlik ne de Anadolu’da daha önce yaşamış olup sonradan ölmüş kültürlerle doğrudan bir ilişkisi yoktur. Evrensel olan boyutlarını islâm’ın özünden, millî olan boyutlarını ise Türk kültürünün geçmişten bugüne taşıdığı değerlerinden alan Alevîlik, Modern Türkiye’nin tevekkülünde de rol oynayan aslî unsurlardan biri olmak fonksiyonunu üstlenmiştir. Türk Aleviliğinin ve Bektaşiliğin ana kaynağı Türk kültürüdür. Hacı Bektaş Veli’nin kullandığı dil, duyuş ve kültürün Türk olması bunun en güzel örneğidir.

Türkler, islâm kültür çevresine girişlerinden itibaren tamamen Sünni anlayışı benimsemiş olmalarına rağmen, esas itibarıyla Hz. Muhammed (sav) ve Ehl-i Beyt sevgisini ön planda tutan Sufîlik cereyanının kuvvetle etkisi altında kalmışlardır. O kadar ki, Türklerin dinî anlayış ve tavırları, milletlerin kendi milli geçmişlerine bakış açılarını yansıtan birer vesika durumundaki destanlarında bile, bütün açıklığı ile ortadadır. Meselâ dini edebiyatımızın ilk ürünlerinden olan Satuk Buğra Han destanında, Türklerin İslamiyet’e girişi ve dinin Türkler eliyle yüceltilişinin ilk işaretleri ve macerası anlatıldıktan başka, her zaman kahramanlık peşinde olan, daima destanî bir hayat yaşayan Türklerin, İslâm dünyası içinde de, bütün saflığı ile İslâmiyet’e sarılmış ve kendini bu dine adamış bir kahramana, Allah’ın Arslanı sıfatıyla meşhur Hz. Ali’ye hayranlık duyuşlarının ve adını daima yüceltişlerinin ortaya çıktığını da görürler. Ayrıca bu destanda, diğer destanlarımızda olduğu gibi, eski inanışıyla birleşivermiş olduğu göze çarpar. Aslında Anadolu Alevilerinin hemen tamamına yakını, inanç yönünden İslâm’ın temel akidelerine inanmış zümrelerdir. Ancak dinin ibadet ve muamelâtla ilgili kısımlarına göçebelik dönemindeki yayılış mantığına uygun olarak pek fazla itibar göstermezler. Geçmiş dönemlerdeki inançların tesiriyle meselelere yaklaşımlarda farklı yorumlar ve tavırlar sergilenmektedir. Yukarıdaki destanlarda görülen geçmişin izleri ile bugünün getirdiği hükümleri birleştirmeler dinî anlayışlarda da kendini gösteriyor.

Türkiye’de sosyolojik açıdan Alevîliği incelemeye öncülük etmiş olan Mehmet Eröz, Eski Türk dininin, Bektaşilik ve Kızılbaşlık üzerindeki etkilerini karşılaştırmalı bir metot ile araştırarak, geçmiş ile günümüz arasında bağ kurmaya çalışmıştır. Bunları da kültürel yapı, dinî otoritelerin seçilmesi ve benimsenmesi, ayinler vs. gibi hususiyetlerle değerlendirmiştir.

Bu makalede, Türk Alevîliğinin Eski Türk İnancı ile ilişkili yönleri ele alınmıştır. Neticede eski Türk dini ile Türk Alevîliği arasında sıkı bir bağ olduğu ve pek çok bakımdan benzerlikler bulunduğu sonucuna varılmıştır. Makale, eski Türklerde din, Alevîlik ve Bektaşîliğin tarihî süreçte değerlendirilmesi, Alevîlik ve Bektaşilik ile ilgili önemli terimler ve Gök Tanrı inancı ile Alevîlik-Bektaşîlik arasındaki benzerlikler şeklindeki alt başlıklardan oluşmaktadır.

1. Eski Türklerde Din

Eski Türk dini ile ilgili pek çok farklı görüşün mevcudiyeti dikkat çekmektedir. Bazı bilim adamları şamanizm olduğunu, bazıları da olmadığını ileri sürmektedir. Bazıları şamanizm ile Gök Tanrı inancının farklı olduğunu, bazıları ise bu ikisinin aynı olduğunu savunmaktadır.

Rasonyi, eski Türk dininin içinde Gök Tanrı inancı bulunan Kamlık dini olduğunu ifade etmektedir. Ona göre, Gök Tanrı inancının bütün dinî tasavvurlarının esas unsuru ruh ve ahret kavramlarıdır. Ziya Gökalp, eski Türk dininin Tisin dini olduğunu beyan etmektedir. Ona göre, adına şamanizm de denilen bu dinin din adamları, kamlar yahut kamanlardır. şaman kelimesi, Gökalp’e göre bundan çıkmıştır. Yine Gökalp, Eski Türk dininin dörtlü sınıflamaya dayalı olduğunu ifade etmektedir. Söz konusu sınıflamaya temel teşkil eden unsurlar ise; hava, su, toprak ve ateşten oluşmaktadır. Bir başka dörtlü tasnif ise; dört hayvan, koyun, kuş, köpek, öküzden oluşmaktadır. Jean-Paul Roux, Türklerin eski dininin şamanizm olduğunu öne sürmektedir. Roux, şaman kelimesinin kökeni itibariyle Tunguzca olduğunu ve ilk kullanım haliyle şan-man şeklinde büyücü anlamına geldiğini iddia etmektedir. Yine Roux’a göre, şamanın Türkçede yaygın olarak kullanılan şekli kamdır. Roux’un tespitlerine göre, Özbekler ve Kazaklar baksi (Arap etkisiyle bahşi) kelimesi ile dinî liderlerini isimlendirirken, Moğollar Türkçeden geçme başka bir sözcük olan bögü (böge, böö de olabilir) ifadesini kullanmaktadırlar.

Osman Turan, Hunlarda Tanrı kelimesinin hem gökü, hem de ulûhiyeti (ilâhîlik) anlatmakta olduğunu ifade etmektedir. O, Hun devrinin hükümdarlarına Tanrı kut denildiğini ve bunun da tek Tanrı inancına doğru evrimin başlangıcını ifade ettiğini düşünmektedir. Göktürk Kitâbelerinde ise Tanrı inancı kader tayin edici, gökteki ve yerdeki varlıkların yaratıcısı tarzında kendini göstermiş olduğunu öne sürmektedir. Ayrıca Turan, eski Türk dininde kamların (gaman) nüfuzlu kişiler olarak karşımıza çıkmasının sebebinin peygamber ve mukaddes kitaba sahip olunmasından kaynaklandığına inanmaktadır. Kudretli kişilere örnek olarak ise, Oğuzların Irkıl Hocası ve Korkut Atası ile Cengiz Han’ın Gökçesi verilebilir.

Erol Güngör, şamanizm’in Türklerin eski dini olmadığını, eski Türk dininin kendine has özellikleri olan Gök Tanrı inancı olduğunu savunmaktadır. Ona göre şamanizm, Türklerin dinî anlayışlarına sonradan karışmıştır. Çünkü Türklerde Şaman yerine kam vardır. Şaman, Tunguzca bir kelimedir ve Sibirya’da ortaya çıkmıştır. Kamlar, öğretici konumunda bulunan ve tabiatüstü güçlerle temasa geçebilen insanlardır.

İbrahim Kafesoğlu da, eski Türk inancının üç boyutlu olarak ele alınabileceğini, bunların da; tabiat kuvvetleri, atalar kültü, Gök Tanrı’ya inanç olduğunu öne sürmektedir. Tabiat kuvvetleri olarak dağ, tepe, kaya, vadi, ırmak, su kaynağı, mağara, ağaç, orman, volkanik göl, deniz, demir, kılıç vb. belirtilebilir. Bunlar, aynı zamanda birer ruh idiler. Ayrıca güneş, ay, yıldız, yıldırım, gök gürültüsü, şimşek gibi ruh tanrılar tasavvur edilmişti.

Mehmet Eröz de, Türklerin eski dininin ne Tisin dini ne Toyonizm ne de sihre dayanan şamanizm olduğunu; bütün bunların aksine Gök Tanrı inancı olduğunu iddia etmektedir. Eröz’e göre, toyon kelimesi, Çince Taojenden gelmiştir. Toyonizm de bu açıdan Budizmdir. Budizm’in Türkler tarafından benimsenmediği Gök Türk Yazıtlarında açıkça belirtilmiştir. Netice itibariyle Eröz de Erol Güngör ve Kafesoğlu gibi Türklerin eski dininin Gök Tanrı inancı olduğunu öne sürmüştür.

Bütün izahatlardan anlaşılacağı gibi Eski Türklerin inanç sisteminin düzgün bir tek Tanrılı inanışa dayanan Gök Tanrı (Tengri) dini olduğuna şüphe yoktur.

2. Alevîlik ve Bektaşîliğin Tarihî Temelleri

İslâm dininin peygamberinin vefatıyla birlikte kimin halife olacağı tartışmaları ortaya çıktı. Üçüncü Halifenin öldürülmesinden sonra da şiddetlenen münâkaşalarda islâm dinine mensup olanlar ikiye ayrıldılar. Bir tarafta Ali taraftarları, diğer tarafta ise Ali’ye karşı olanlar bulunmaktaydı. Söz konusu karışık ortamda, Ali tarafını tutanlara el-Aleviyye veya şiatü Ali (Ali’ye bağlı olanlar, Ali taraftarları) denildi ve Alevî-Alevîlik de tarih sahnesine çıkmış oldu. Ortaya çıkışından sonra da büyük oranda İran ve Maveraunnehir çevresinde etkili olan Alevîlik, Türklere de aynı bölgeden sirayet etmiştir. Halk toplulukları bakımından Türkler, İran üzerinden islâmiyet ile tanıştıkları için ilk Müslüman Türk toplulukları da Alevîlikle
tanışıp onu özümsemişlerdi. Yani Türkler eski halk inançlarıyla İran üzerinden aldıkları İslâmiyet’i kısa sürede sentezlemişlerdi.

Sosyoloji ve sosyal antropolojinin verilerine göre, dünyada hiçbir kültür herhangi bir olay karşısında birden bire ortadan kalkmaz ya da özelliklerini tamamen yitirmez. Hatta ihtiyaca göre bazen aynen korur, bazen kısmen değiştirir, bazen de farklı şekillere bürünerek yaşatmayı tercih eder. Türklerin islâmiyet’i kabul etmeden önceki inanç, gelenek ve ibadet usulleri de, islâmiyet sonrasında da büyük oranda inanç ve gelenekler içerisinde yaşamaya devam etmiştir. Toplum hayatının sürekliliğinden dolayı, geçmişten geleceğe taşınan unsurlar hayatın her sahasında kendini göstermektedir. Hem maddî hem de manevî kültür için bu durum geçerlidir. Halı, kilim, nakış, süs eşyaları, keçe külah, kalpak (börk) gibi maddî unsurların yanı sıra dinî toplantıların icra ediliş biçimleri, nefeslerin ve duaların söyleniş biçimleri gibi manevî kültür unsurları şeklinde geçmişten bugüne taşınmış olduğu dikkat çekmektedir.

Yine toplum hayatının sürekliliğinden dolayı, dinî toplantılara kadınlar eşleriyle birlikte katılmışlardır. Başları açık bir şekilde kadınların toplantılara dahil edilmesi, Hoca Ahmet Yesevi’nin bölgesine rakiplerinin müfettişler göndermesine bile sebep olmuştur. Daha sonraki dönemlerde, göçebe Türkmenler tarafından Yeseviliğe şamanizmden kalma içkili toplantılar sokulmuş ve bu yolla Anadolu’ya gelerek icra edilmeye başlanmıştır. Cem ayinleri gibi toplantılardaki gelenekler hep o eski halk inançlarının uzantılarıdır. Yani özetin özeti Türk Alevîliği, yarı göçebe veya konar göçer Türkmenlere dayanmaktadır.

Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda Bektaşi Tarikatı çok önemli bir rol üstlenmiştir. Bu rol, Bektaşiliğe siyasî ve sosyal anlamda ayrıcalıklı bir konum kazandırmıştır. Devletin kabul ettiği Sünnî olmayan tek tarikat olan Bektaşi Tarikatı, birleştirici yapısı ile ve Yeniçeri Ocağı’nın teşkilâtlanmasını sağladığı için Türkiye’deki dinî tarihin gelişmesine önemli katkılarda bulunmuştur. Bu sebeple, Avrupa şarkiyatçıları arasında (George Jacob, Clement Huart) daima ilgi çekici bir yere sahip olmuştur.

Aslında bir bütün olarak Alevî-Bektaşî geleneği, Türk tarihinde çok önemli fonksiyonlar yerine getirmiştir. Bu fonksiyonları ve farklı inançları birleştirici yapısıyla dikkatleri çekmeye devam edecektir.

3. Alevîlik-Bektaşilik ile İlgili Önemli Bazı Kavram ve Terimler

-Alevî ve Alevîlik-

Alevi Hz. Ali’ye bağlılık noktasında birleşen çeşitli dini ve siyasi gruplar için kullanılan bir terim şeklinde sözlük anlamına sahiptir. Kelime mezhepler tarihi ve tasavvuf edebiyatında Hz Ali’yi sevmek, saymak ve ona bağlı olmak anlamlarında kullanılmıştır. Bu bakımdan Hz. Ali’yi seven, sayan ve ona bağlı olan kimseye Alevi denir. Bu sevginin normal ve makul ölçüde olanı yanında derece derece Hz. Ali’yi Tanrılaştırmaya varacak şekilleri de mevcut bulunmuştur ve bulunmaktadır. Bu sevgi ve saygının sahibi olan insanların oluşturduğu akıma ise Alevîlik denmektedir.

Ancak İslâm âlemi ve Osmanlılarda Alevîlik, Hz. Ali’nin soyuna mensup olanlar anlamında kullanılagelmiştir. Alevîliğin bu şekilde algılanmasının bir sonucu olarak halen İran, Yemen ve Mısır’da bir insan Alevî olduğunu söylediğinde ona kimin çocuklarından olduğu sorulmaktadır. Bu sebeple Alevîlik, seyyidlik ve şeriflik olarak algılanmaktadır. Bugünkü kullanımıyla ilk Alevîlik, Hz. Alî’nin (anası Fatıma olmayan) çocuklarından Muhammed Hanefî ile nesep olarak bağlantısı olan Hoca Ahmet Yesevî’nin Türkistan’da tarikat kurup tebliğe başlamasıyla doğmuştur. XIII yy.a tekabül eden bu olaya Türk Alevîliği denilmektedir.

Ehl-i Beyt

Ehl-i Beyt, ev halkı demektir. Evden kastedilen Hz. Muhammed’in ailesi, ocağıdır. Rivayete göre, bir gün Hz. Muhammed, kızı Hz. Fatıma’yı amcasının oğlu ve damadı Hz. Ali’yi torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’i hırkasının abasının altına alarak, şefkat ve himaye ifade eder tarzda sağ elini abanın üzerine koymuş, kendisi ile beş kişi olan ocak mensupları aile üyeleri Ehl-i Beyt adıyla anılır olmuş. Ehl-i Beyt sevmek, velayetini tanımaya tevellai Yezid ile onun taraftarlarını sevmeye de teberra denir.

Şiilik-Şia
Şiilik, Hz. Ali’yi tutanlar, Hz. Ali taraftarlığı demektir(Yukarıdaki Alevilik teriminin eş anlamlısı). Peygamberin ölümünden sonra Hz. Ali’nin meşru halife olarak kabul edilmesini hareket noktası sayan çok farklı islâmi mezheplerin büyük zümresi için kullanılan müşterek isim olmuştur.

Bektaşî-Bektaşilik

Hacı Bektaş Veli gelenekleri etrafında Anadolu’da ortaya çıkan bir tarikata Bektaşîlik, Hacı Bektaş Veli’ye bağlı olan, onun yolunda gidenlere ise Bektaşî denilmektedir. Bektaşi tarikatının usül ve erkânına uygun bir yaşayışa sahip olmalarına bakarak, Bektaşilere Alevi denilebilir. Hem Mehmet Eröz hem de Abdulkadir Sezgin, Bektaşilere Şehir Alevileri denilebileceğini ileri sürmektedir.

Kızılbaşlık

Türkiye’deki köy Bektaşilerine Kızılbaş denilebilir. Kızılbaşlar, Çetmi (Çepni) Tahtacı, Nalcı, Sıraç, Türkmen gibi adlarla anılan ve Türkiye’nin her yerinde bulunan kalabalık bir nüfusa sahip cemaatlerdir. Kızılbaş ifadesi, ilk defa Şah İsmail’in babası Şeyh Haydar taraftarlarının kızıl taç giymesi ile Türk tarihinde yerini almıştır. Eskiden beri Türklerde yaygın olan kızıl başlık giyme ile ilgisi var olsa da, siyasal anlamda Şah İsmail ve sonradan Safevîleri destekleyen Türklerin simgesi hâline gelmiştir. Bu sebeple, Osmanlılarda Safevîleri destekleyenlere izafe edilen sıfata Kızılbaş denmiştir.
Ancak günümüz Türkiye’sinde Kızılbaş kelimesi, mum söndü yapanlar, aile ve namusa önem vermeyenler manasına gelmektedir. Fısıltı ve dedikodu hâlinde halk vicdanına yerleşen bu sakat kanaat, milletimiz için tehlikeler arz eden, insafsızca ve bilgisizce çıkarılıp devam ettirilen bir inançtır. Oysa bilinen gerçeklere göre, bu insanlarımız Sünni çevrelerle Müslümanlık adı altında toplanmış bir kalbin öteki yarısıdır. Malatya’daki Alevilerde de böyle bir âdetin olmadığını söyleyebiliriz.
Alevîlik ve Bektaşîlik ile ilgili ifade edilebilecek daha pek çok terim ve kavram vardır. Ancak özellikle Eski Türk dini ile irtibatlı olduklarına inanılan kavram ve terimlerin izahıyla yetinilmiştir. Bu aşamadan sonra Eski Türk kültürü ile Alevîliğin benzerlikleri ele alınabilir.

4. Eski Türk Dini (Gök Tanrı İnancı) ve Alevîlik-Bektaşîlik Arasındaki Benzerlikler

Türk Alevî ve Bektaşîliği ile Gök Tanrı inancı arasında çeşitli paralellikler mevcuttur. Bunlardan bazıları, kamlar ile dede-baba geleneğindeki benzerlikler, uçmağ-tamu inancının donuna girmek anlayışını andırması, atalara kurban kesme ve şenlik adetleriyle Cem Ayinlerinin yapılış tarzlarındaki uyumluluk olarak sıralanabilir.

Eski Türklerdeki din adamı olan kamlar ile Alevî-Bektaşî geleneğinin din adamları olan dede-babalarda belirli bir sülâle ve soydan gelme mecburiyetinin olması Alevîlik-Bektaşliğin Gök Tanrı inancıyla benzerlik olan yönlerinden birisidir. Her ikisinde de belirli olan bir soydan gelme zorunluluğu olmasına rağmen, yine söz konusu soylar içerisinde bir seçim bulunmaktadır. Kamlar ve dede-babaların seçiminde kabiliyetlerin yanı sıra, post sahibi olmak şartı aranmaktadır. Belirli olan soy ile, kamlıkta Tanrı kutuna sahip, vazifeli, ayrıcalıklı olmayı, dede-babalıkla seyyidlik ve ocak geleneğine sahip olmayı gerektiren sülâlelerden olmak ayrıcalığı kastedilmektedir.

Eski Türklerdeki inanışlar ile Alevî-Bektaşî kültürü arasındaki temel benzerlik noktalarından bir diğeri de uçmağ-tamu (cennet-cehennem) ile donuna girmek inanışının birbirine paralel olmasıdır.
Eski Türklerde, yeryüzünde sürdürülen hayata göre ruhların alacağı iki şekil bulunmaktaydı. Bunlar; iyi ve kötü ruhlar olarak karşımıza çıkmaktadır. Bahsedilen iyi ruhlar gökyüzünün en yüksek katı olan uçmağda (yani cennette) ikamet eder ve Tanrı ile insan arasında şefaatçi olurlar. İnsanlar, doğrudan Tengri’ye yalvarmak yerine uçmağa varmış ataların ruhları aracılığıyla isteklerini bildirirler. Bu dileklerin iletilmesi gücüne ise, ancak olağanüstü yetenekleri bulunduğuna inanılan şamanlar, kılık değiştirerek herhangi bir şeyin şekline (donuna) girmektedir. Eski Türk inanışına göre şekil değiştirmeleri genellikle üstün bir güç (yerine göre Allah, sihirbaz, cadı, evliya) tarafından gerçekleştirilmektedir. Bunu yaparken iki türlü sebepten yola çıkılmaktadır: iyiliğe karşı mükâfat ve kötülüğe ceza.

Şamanlar ve halk kahramanları gibi üstün nitelikli kişilerin kendileri de öldüğünde insan, kuş şekline girerek uçmağa ulaştıklarına inanılmaktaydı. Efsanelerde yerini bulan bu anlayışa göre, Yesevî ve çırakları kuş şekline bürünerek uçabilmektedir. XIII yy.daki İlhanlı Sarayı’nda büyük bir tesire sahip olan Türk mutasavvıfı Barak Baba, Arap yazarlarının ifadesine göre Altaylı kam ve Kırgızlıların baksısının aynısı görünümündedir.

Alevî-Bektaşî kültürü ile islâmiyet’ten önceki Türklerin inanışları arasındaki bir başka benzerlik noktası, kurbanlı ayin, tören ve şölenlerle Cem Ayininin birbirlerini çağrıştırıyor olmasıdır.
Eski Türkler, dinî ve sosyal sistemlerinin bir gereği olarak, her vesile ile toplantılar, Gölenler, toylar, ziyafetler düzenler; burada yer, içer, eğlenir veya yas ederlerdi. Bu gibi etkinlikler çok büyük bir oranda sosyal dayanışmanın sağlayıcısı olurlardı. Oğuz Kağan Destanı’na, Dede Korkut Hikâyelerine, tarihin kayıtlarına bakıldığında; Gölenler, toylar ile bir arada toplantıların yapıldığı görülebilir. Bu tür toplantılar, tarihin eski dönemlerinden günümüze kadar benzer şekilde devam edegelmiştir. Kesilen kurbanlar için yapılan törenler (yuğ) ve yenilen yemekler yanında, bol miktarda içki içilir ve raks (semah) edilirdi.

Ethem Ruhi Fığlalı, atalara kurban kesmek için mukaddes yerlere gidilmesinin din tarihçileri tarafından islâmiyet’teki hac ibadetine benzetildiğini ifade etmektedir. Fığlalı bundan sonra şu bilgileri vermektedir:

Tolu Geleneği

Asya Hunları, yılın ilk ayında Tan-hu’nun sarayında ve ilkbaharda (5. ayda -bizim takvimde Haziran-) Lung Çengde (Ongın Nehri Bölgesi) Gök Türkler ve Uygurlar yine aynı ayda Tamir Irmağı kaynağında ve Hunlar sonbaharda Tai-lin’de Gök Tanrı’ya, atalara, tabiat kuvvetlerine at ve koyun kurban ederlerdi. Çin yıllıklarında Vu-huanların yaktıkları öküz ve koyunları atalarına kurban ettikleri belirtilmektedir. Slav-öncesi Bulgarların her kabilesi, atalarına hürmetlerinin bir gereği olarak, büyüklerinin önderliğinde kurban sunma törenleri yapmaktaydılar. Bu toplantılarda devlet erkânı konumlarına göre sıralanır ve kurbandan üzerine düşen payı üleşirlerdi (bölüşürlerdi). Bahsedilen bölüşüm esasının Anadolu’daki Alevîlerin Cem Ayinlerinde de geçerli olduğunu araştırmacılar tespit etmiştir. Türkiye’deki Alevî ve Bektaşîler, atalarının usûl ve erkânına islâmi bir cila katmışlardır. Orta Asya’daki kansız kurbana Alevî-Bektaşîler Dolu-tolu demişlerdir. Saçı niyetine, ibadet niyetine bu merasimlerde içki içilmektedir. Toplantıya kadın ve çocuklar da katılabilirler ve yaşlarına, mevkilerine göre yerlerini alarak ayine iştirak ederler. Her ikisinde de usûl ve erkân aynıdır, fakat Eski Türklerde içki olarak içilen kımızın yerini Anadolu’da rakı almıştır. Bir de Tanrı’ya dolu sunan kamın yerini Müslüman oluşu sebebiyle velilik mertebesine erişmiş olan dede almıştır. Ayrıca dolu içilirken dua olarak gülbanklar okunmaktadır.

Eski Türkler, Gök Tanrı çağında tabiat ruhlarına yer-su (yer-sub, yer-suv) demekteydiler. Orhun Abideleri ve islâmiyet öncesi Oğuz Kağan Destanında da rastlanılan yer-su (yer-sub) kültü, Gök Tanrı inancı ile Türk Alevîliği arasındaki benzerliklerden bir başkasını ifade etmektedir.

Eski dönem Türkleri, tabiatta iki zıt kuvvet (ışık ile karanlık) arasında insanoğlunun bulunduğu şeklinde sistemli bir inanca sahipti. Bu inanışa göre iki zıt kuvvetten birincisi yeryüzüne ışık ve iyilik saçan tabii bir kuvvet olup gökyüzünde bulunmaktaydı. Yeryüzünü ışıtan ve ısıtan güneş, gece karanlığını aydınlatıp soğuğunu ısıtan ay ve yıldızlar bu inanca göre tabii güçleri temsil etmektedir. Arşın soğuk ve karanlığı üzerinde bulunup kötülük ve ölümün kaynağı olan ikinci güç de gökyüzünün derinliklerinde bulunmaktadır. İyiliğin ve kötülüğün kaynağı olan bu iki zıt kuvvetin çatışmasıyla (bu inanca göre) üçüncü bir kuvvet doğmaktadır ki, buna yer-su (yer-sub) adı verilmektedir.

Yer-su kültü, dağ, orman ve su kültlerine ayrılır. Bunlar Gök Türk Yazıtlarında iduk yir sub (kutlu yer-su) olarak yazılmaktadır. Bu tabir yer-suv şekliyle Uygurlarda da vardır. Yer-sular kutsal (iduk) sayılmaktaydı. Bahsedilen bu iduk (kutsal) yerlerde Gök Tanrı’ya kurban kesilirdi. Bu anlayışlar, Anadolu’da Alevî ve Sünnî Türkmenlerde, islâmiyet öncesi akideler, evliya ve veli şekillerine döndürülerek devam ettirilmiştir. Telli Baba, Tezveren Dede, Dumlu Baba, Hasan Baba, Ak Baba, Çoban Dede vb gibi on binlerle ifade edilen yatırların bulunması, bu bakımdan anlamlıdır.

Netice itibarıyla yukarıda ayrıntılı olarak açıklandığı gibi Türk Alevîliği, pek çok bakımdan kendine özgü bir karaktere sahiptir. Türk kültürünün geçmişindeki bazı inanç ve kültürel değerlerle doğrudan ilgisi olan Alevî-Bektaşî geleneğini dünyadaki başka akımlarla ilişkilendirmek, her şeyden önce Türk tarihi, Türk sosyolojisi ve tabii ki Türk kültürüne haksızlık yapmak olur.

Sonuç

Tarihî süreç içerisinde çok geniş bir coğrafyada yaşamış bulunan Türkler, tabii olarak bu ölçüdeki geniş bir alan ile etkileşim halinde olmuşlardır.Hem kültürel hem de dinî bakımdan çok çeşitli bir özelliğe sahip olan Asya, Avrupa ve Afrika’nın bütün mümbit bölgelerinde hakimiyet kurabilmiş ender milletlerden olan Türk milleti, kültürel unsurlar ve dinî inanışlar konusunda alış-veriş yapabilme imkânına sahip olabilmiştir. Sırasıyla Gök Tanrı İnancı, Şamanizm, Budizm, Maniheizm, Musevîlik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık dini ile tanışma imkânı bulan Türkler, çoğu zaman bütün bahsedilen bu dinî inanışlara sahip iken bile eski inanışlarından vazgeçmiş değillerdi. Gök Tanrı inancı denilen bu inancın izlerini XXI yy.ın dünyasını yaşadığımız bugünlerde bile görebilmek mümkündür.

Özellikle Türk Alevîlik ve Bektaşîliğinin, çoğunlukla yarı göçebe ve konar göçerlikten son zamanlarda ayrılmış olan ya da halâ bu karakterini devam ettiren Türklerde görülmekte olması çok anlamlıdır. Türk Alevîliğinde mevcut olan bazı anlayışların ve törelerin Eski Türklerdeki Gök Tanrı inancı ile çok fazla benzerlik arz ettiğini pek çok tarihçi, sosyolog ve Türk Kültürü ve Türk halk Kültürü araştırıcısı ifade etmiştir ve etmektedir. İbrahim Kafesoğlu, Mehmet Eröz, Erol Güngör, Bahaeddin Ögel, Ahmet Yaşar Ocak ve Abdulkadir Sezgin bunların önde gelenleridir.

Türklerin iletişim hâlinde oldukları toplulukların bazı kültürel karakterlerini almış olabilecekleri tabii ki normal bir hadisedir. Ancak bunların etkin ve baskın bir şekilde Türk kültürünü etkileme imkânlarının olduğunu öne sürmek olanak dışıdır. Çünkü söz konusu farklı inanç ve kültürler ile Türklerin temas halinde olmaları Türklerin en parlak dönemlerine rastlamaktadır. Bir kültürün bir başka kültür ve medeniyet üzerinde etkili olabilmesi için hakim konumda olması gerekmektedir. Hakim olamayanın da kabul görmesi mümkün değildir. Kendisi ölü ve çaresiz olan bir kültürün başka kültürleri etkileme ve yönlendirme ihtimali olmadığından, Türk kültürünü de çeşitli ölü eski medeniyetlerin yönlendirme imkânı yoktur. Kısacası, Türk Alevîliğinin özünü Türk kültürü ve islâm Dini oluşturmaktadır. Özellikle Anadolu’daki Alevî-Bektaşî geleneğinin bazı toplantıları, törenleri ve adetleri hem günümüz Türkistan’ının hem de Eski Türklerin inanç ve gelenekleriyle benzerlikler arz etmektedir.
Kaynaklar: https://www.facebook.com/Gokturk.impratorlugu  TALAS, Mustafa; “Mehmet Eröz’de Bir Din, Mezhep ve Kültür Konusu Olarak Alevîlik-Bektaşîlik”, Hacı Bektaş Veli Dergisi, Gazi Üniversitesi Hacı Bektaş Veli Araştırma Merkezi Yayınları, Güz-2003, Sayı:27, s.287-308.

KALELİ, Lütfi; 1993, Alevi-Sünni Gnancında Mevlana-Yunus ve Hacı Bektaş Gerçeği, Alev Yayınları, İstanbul, s. 110-111.

FIĞLALI, Ethem Ruhi; 1993, Çağımızda İktisadi İslâm Mezhepleri, Selçuk Yay., İstanbul, s. 239-240. ERÖZ, Mehmet; 1992, Eski Türk Dini (Gök Tanrı İnancı) ve Alevilik-Bektaşilik, TDAV Yay., İstanbul, s. 7. RASONYG, L.; 1993, Tarihte Türklük, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, Ankara, s.28.

GÖKALP, Ziya; 1990, Türk Töresi, İstanbul, Toker Yayınları, s.23-43.

ROUX, Jean-Paul; 2002, Türklerin ve Moğolların Eski Dini, (Çev. Aykut Kazancıgil), İstanbul, Kabalcı Yay., s.65-66.

TURAN, Osman; 1993, Türk Cihan Hakimiyeti Mefkûresi Tarihi, istanbul, Boğaziçi Yayınları, s.48.

GÜNGÖR, Erol; 1992, Tarihte Türkler, Ötüken Yayınları, İstanbul, s.61.

KAFESOĞLU, İbrahim; 2001, Türk Millî Kültürü, 21. Baskı, Ötüken Yay., İstanbul, s.302-309.

ERÖZ, Mehmet; 1982, Doğu Anadolu’nun Türklüğü, İrfan Yayınları, İstanbul, s.166- 167. İslam Ansiklopedisi, “Alevi” maddesi, s.368
TALAS, Mustafa; a.g.m., s.291-292.

KÖPRÜLÜ, Fuat; 1991, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Diyanet İşleri Bşk. Yay., Ankara, s.33-34.

İslâm Ansiklopedisi “Bektaşilik Maddesi”, s.376

“Düvel-i Muazzama’nın Alevîliğe Özel İlgisi Devam Ediyor”, Reha Çamuroğlu ile Söyleşi, 2023 Dergisi, 15 Aralık 2004, Sayı:44, s.5-10.

İslâm Ansiklopedisi “Bektaşilik” Maddesi, s.373.

İslâm Ansiklopedisi “Alevi” Maddesi, s.368.

İslâm Ansiklopedisi, s.368-369.

FIĞLALI, Ethem R.; a.g.e., s.233.

ERÖZ, Mehmet; Türkiye’de Alevilik-Bektaşilik, Kültür Bakanlığı Yay., İstanbul, 1990, s. 32.

SEZGİN, Abdulkadir; “Türkiye Alevîliği, Alevîlerde Liderlik ve Kavram Sorunu”, 2023 Dergisi, 15 Aralık 2004, Sayı:44, s.36-48

Reha Çamuroğlu ile Mülakat, s.5 ERÖZ, Mehmet; a.g.e., s.32-35.
TALAS, Mustafa; a.g.m., s.290. İslâm Ansiklopedisi “Bektaşilik” Maddesi, C:4, TDV Yay., s.373.

SEZGİN, Abdulkadir; a.g.m., s.36.

ERÖZ, Mehmet; 1980, “Milli Kültür İçinde Alt Kültür Grupları”, III. Milliyetçiler Kurultayı, 1973 Bildirisi, Kültür ve Sanat, Boğaziçi Yay., İstanbul, s.124 –

SEZGİN, Abdulkadir;a.g.m., s.36

SEZGİN, Abdulkadir; a.g.m., s.36.

ERÖZ, Mehmet; 1987, Atatürk-Milliyetçilik-Doğu Anadolu, İstanbul, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Yay., s.129.

ONAT, Hasan; “Kızılbaşlık Farklılaşması Üzerine”, 2023 Dergisi, 15 Aralık 2004, Sayı:44, s.12-19

TALAS, Mustafa; “Mehmet Eröz’de Alevî-Bektaşî Meselesi”, Türk Dünyası Tarih Kültür Dergisi, Sayı:203, Ekim 2003, s.14-16.
Zaman Gazetesi, 21 Nisan 1995, s.17.

KAFESOĞLU, İbrahim;a.g.e., s.301-302TÜRKDOĞAN, Orhan; Alevî-Bektaşî Kimliği, Timaş Yay., İstanbul, 1995, s.75

ERÖZ, Mehmet; 1992, Eski Türk Dini (Gök Tanrı İnancı) ve Alevîlik-Bektaşîlik, Türk Dünyası Araş. Vakfı Yay., İstanbul, 1992, s.12-14

TALAS, Mustafa; 1996, İçtimaiyat Enstitüsünün Tarihçesi ve Mehmet Eröz’ün İzahlı Bibliyografyası, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Malatya, s.220-223

TACEMEN, Ahmet; 1998, Halkbilim Verileri Zemininde Türk Kimliği, Niğde Ünv. Yay., Niğde, s.122-123

OCAK, Ahmet Yaşar; 2003, Alevî ve Bektaşî İnançlarının İslâm Öncesi Temelleri, İletişim Yay., 4. Baskı, İstanbul, s.206.

TALAS, Mustafa; “Mehmet Eröz’de Bir Din, Mezhep ve Kültür Konusu Olarak Alevîlik ve Bektaşîlik”, Hacı Bektaş Velî Araştırma Dergisi, Güz 2003, Sayı:27, s.300

Eröz, Mehmet; Türkiye’de Alevîlik-Bektaşîlik, s.304

FIĞLALI, Ethem Ruhi; 1984, Halk İnançları İtibariyle Alevîlik-Bektaşîlik, Ankara, s.45

ROUX, Jean-Paul; 1999, Altay Türklerinde Ölüm, (Çev. Aykut Kazancıgil), Kabalcı Yay., İstanbul, s.196-197.

İNAN, Abdulkadir; “Orun ve Ülüş Meselesi” Makaleler ve İncelemeler I içinde, s.254.

4-) GELENEKSEL TÜRK DİNİNDEN ANADOLUYA TAŞINANLAR

946677_364174503684648_1932476600_n.jpg Evet. ilgi alanım Alevi-Bektaşilik! Heteredoks tüm inanç grupları gibi. pek tabii ki bununda önü-ardısı, ötesi-berisi ilişik olduğu konular neler diye bakmak da icap eder. Hele ki her dönem saldırıya uğramış olan bi topluluk böylesi hassas bi dönemden geçerken daha iyi anlaşılması gereklidir diye düşünmekteyim! Bu gerçekten önemli. Kendimizi ifade etmemize imkan sunulmazsa neden var olduğumuzun bi önemi kalmaz! Düşünün sadece canımız katledilmemiş, aynen İskenderiye kütüphanesinin başına gelenler gibi. Bizlerin de ocakları dağıtılmış, yakılmış. Eserlerimizin çoğu parçalanıp, tahrif edilmiş. Kalanları da arşivlerden çıkartılıp gün yüzüne çıkıyor. Bir de evlerin en dip köşelerinde saklanmış olan cümleler var tabii… dile gelip, sözlere-sazlara dökülenler anlatıyor; Acımızı, sevincimizi, yolumuzu, çizgimizi. Fakat bunları bilmeyenler bu nasıl iş. Sazla ibadet mi olunurmuş diyor.! olur! neden olmasın 🙂

Nerede kalmıştık devam edeyim. Anadolu’ya taşınan inançta geleneksel Türk dininin (Tengricilik-Şamanizm) etkileri çoktur. İzlerini bilenler hemen fark edecektir. Bu konuda bir makale; http://turukbil.blogspot.com/2013/05/geleneksel-turk-dininden-anadoluya.html gerçekten kapsamlı ve güzel bi araştırma. Özellikle ateşe su dökülmemesi. Ateş kültü hala yaşıyor ve Atalar kültü ile Yer-Su. bunlar devam edenler. daha pek çok sayamadıklarımın hepsi aşağıya kopyaladığıdım makalede ve yukarıda linkini verdiğim yerde açıklanmış…

Prof. Dr. Harun GÜNGÖR

Geleneksel Türk Dininden Anadolu’ya taşınanlar konusuna geçmeden önce burada sıkça söz konusu edeceğimiz iki kavram üzerinde durmak gerekir.

Bunlar:

1. Geleneksel Türk Dini
2. Şamanizm

1. Geleneksel Türk Dini
Gök tanrı dini, tengriyanizm, tenircilik adları ile de anılan geleneksel Türk dini, Türklerin Gök Tanrı temelinde, yazılı bir kaynağa dayanmaksızın, kendi iç kültürel dinamiklerinden doğan ve kuşaklar boyu aktarılarak günümüze kadar ulaşan, gelenek ve göreneklerle şekillenmiş inanç ve pratikler bütünüdür.

Geleneksel Türk Dininin temel unsurlarını dikkate aldığımızda bunların;

a. Gök Tanrı
b. Yer-su
c. Atalar kültü
ç. Evrenin yaratılışı
d. Dünyanın sonu
e. İbadetler

olduğunu görürüz.

Bunlar üzerinde kısaca durmak gerekmektedir:

Türkler tanrıyı Tanrı, Tengeri, Tangara, Tanara, Teri, Tenir, Kuday, Çalap vs. gibi çeşitli adlarla anmışlardır. Fakat bütün Türkler şu veya bu şekilde Tanrı adını kullanmış ve kullanmaktadırlar. Her ne kadar kitabelerde o, millî bir tanrı gibi gözükse de aslında o, evrensel bir tanrıdır. Türk tanrısı Deus Otiosus (Kozmik, durağan, karışmayan) bir karakter taşımakta, insanların işlerine müdahalede bulunmamaktadır. O, antropomorfik bir özelliğe sahip olmadığı gibi, Türk tanrı anlayışında hierogamie de yoktur.

Yer-sular tabiat güçleri, yaşadığımız ülke, dağ, orman, su, yer, hepsi vatanımız ve bunların kutsallığı, Iduk oluşu. Iduk yerler korunmaya alınmış, oralarda yetişen ağaç ve ormanlar kutsallıkları nedeni ile kesilip koparılmamıştır.

Atalar kültü: Patriarkal aile tipinin egemen olduğu toplumlarda karşımıza çıkan bu kült, Türkler için de söz konusudur. Bu inanç sisteminde, topluma çıkan bu kült, Türkler için de söz konusudur. Bu inanç sisteminde, konu ile ilgili ikinci tanım ise Fransız antropolog Roberte Hamayon’a aittir.


Ona göre Şamanizm Yontma Taş devrinde ortaya çıkmış bir harekettir ve esası av ile avcı arasındaki ruhsal ilişkiyi sağlamaktan ibarettir. Ancak Şamanizm Cilalı Taş çağında pastoral ekonomik düzenden tarım toplumuna geçişte bir mutasyona uğramış, daha önceki dönemde hayvan ruhları ile ilişki esasına dayalı olan Şamanizm, insan ruhları ile ilişki esasına dayanmış bunun neticesinde de atalar kültü vs. inanışlar ortaya çıkmıştır.2

P. Garrone başta olmak üzere birçok araştırmacı Türk-Moğol Şamanizmi’nin Arap-Fars Müslümanlığı ile kesiştiği bölgede ortaya çıkmış ve İslamize edilmiş Şamanizm=Baskılık olarak niteledikleri Orta Asya Türk Şamanizmi üzerinde de durmaktadırlar.3

Dünyada tek tür Şamanizm’den bahsetmenin mümkün olmadığını anlatan Hamayon, birçok din ve kültürde var olan kendinden geçme tekniği ile Şamanizm’in tanımlanamayacağını anlatmakta ve Şamanizm’in temelini en basit bir biçimde “Al gülüm, ver gülüm” prensibinin oluşturduğunu ifade etmektedir.

Üzerinde duracağımız üçüncü tanım ise eski Sovyet etnolog ve antropologlarının yaptığı tanımdır. Bunlar daha çok Şamansız bir Şamanizm’in varlığını devam ettirdiği Sovyetler Birliği’nde Şamanizm’e bir din olup olmaması açısından yaklaşmışlardır. Yakut etnolog G. V. Ksenofontov’a göre Şamanizm bir dindir. Hatta o, Hristiyanlığın babaannesidir. L. P. Potapov, onu, “Arkaik düalist bir dünya görüşüdür.” diye tanımlarken, S. Tokarev, Şamanizm’i bir din olarak kabul etmektedir. L. N. Gumilev ise onu, mistik ateizmin karmaşık bir sistemi olarak nitelemektedir. Zira Kuzey Asya toplumlarında kendilerine hürmet gösterilen Tanrılar değil ruhlardır. Söz konusu tanrılar bile olsa onlara tapınma söz konusu değildir. Altay ve Yakut inanışlarında varlıklarına şahit olduğumuz Bay Ülgen ve Arıı Toyon geleneksel Türk dininde yer alan Gök Tanrının kendisidir.

Burada bir hususa dikkat çekmek istiyorum. O da Şamanizm’in bir din olup olmadığı meselesidir. Her iki iddiada bulunanlar da vardır. Bu, probleme hangi ölçütleri esas alarak ve nereden baktığınıza bağlıdır. 3. Türk Dünyası ve Anadolu’da Geleneksel Türk Dininin İzleri… Geleneksel Türk dini inanışlarının bir kısmı günümüze kadar ulaşmıştır. Bunları şöyle sıralamak mümkündür.
 

Geleneksel Türk dini inanışları içerisinde en köklü ve günümüze ulaşanı kurban geleneğidir. Kanlı ve kansız olmak üzere ikiye ayrılan kurban ibadeti, hangi dine mensup olursa olsun bütün Türk toplulukları tarafından yerine getirilmektedir. Önceleri ruhlar için kesilen/yapılan bu kurbanlar, günümüzde şükran ve kefaret kurbanlarına dönüşmüştür. Tanrı rızası için bu kurbanların etleri komşulara dağıtılmakta ya da kurban sahibi tarafından pişirilerek evde, bahçede, kilise veya cami avlusunda insanlara ikram edilmektedir. Burada bilinmesi gereken hususlardan biri de kurban edilen hayvanın kemiklerinin kırılmamasıdır.

Geleneksel Türk dini inanışlarından günümüze kadar ulaşan diğer bir uygulama ise, toplu hâlde yapılan mezar ziyaretleridir. Türkler ölülerini gömdükleri yerlere sin, kabir, kesene, mola, meşhed vb. adlar vermişlerse de en yaygın kullanıma sahip olan mezar ve mezarlık kelimesidir. Ziyaret edilen yer anlamına gelen mezar ve mezarlıklar bütün Türk dünyasında arife ya da dinî bayram günleri halk tarafından topluca ziyaret edilmektedir. Bu durum bir yandan ölüler kültü ile ilişkili olduğu gibi, türbe, tekke, yatır, dede mezarları vs. ziyaretleri ise doğrudan Atalar kültü ile bağlantılıdır.

Bütün Türk dünyasında ölüler güneş battıktan, hatta bazı yörelerde ikindi vaktinden sonra gömülmezler. Çünkü Türk toplulukları güneşin batımı ile birlikte yerlerin mühürlendiğine/kilitlendiğine inanmaktadırlar. A. M Sagalaev’in de belirttiği gibi eğer bu vakitten sonra yer kazılır ve orada bir delik açılırsa yeraltında yaşadıklarına inanılan kötü ruhlar yeryüzüne çıkarak insanlara her türlü kötülüğü yapabilirler.4

Ayrıca bu inanışa bağlı olarak aile ile birinci dereceden kan bağı olanlar dışında, güneş battıktan sonra evden tencere, tuz, makas, iğne vb. dâhil olmak üzere hiçbir eşya komşulara verilmez ve onlardan da istenmez.

Yoğ- Yuğ törenleri, Türk toplulukları açısından önemli törenlerdir. Ölünün arkasından ağıt yakmak / söylemekle başlanılan yuğ-yoğ törenleri günümüzde ölümü müteakip verilen “ölü aşı, can aşı, kazma takırtısı, can pidesi vb.” isimli yemekle devam etmektedir. Özellikle Orta Asya Türk topluluklarında ölünün ruhunu teskin ve onun kötülüklerinden korunmak amacı ile verilen bu yemek, Anadolu’da mahiyet değiştirerek ölüye sevap olsun inancı ile verilmeye devam etmektedir. Örneğin ölmüş olan yakınlarını rüyasında gören kimse, sabah kalktığında onun için mutlaka bir sadaka verir, iyilikte bulunur, hayır yapar. Hatta bu durum o kadar yaygın bir hâl almıştır ki, hiçbir neden yokken sabah size çay ısmarlayan birine ilk söylenen söz “Dedeni rüyanda mı gördün?” dür.

Ölü ile ilgili diğer bir inanış ise, mezar yapılarıdır. Türk topluluklarının ana kültüründe ölüyü gizleme inancı yer almaktadır. İşte bu inanış sebebiyle dinleri ne olursa olsun bütün Türk toplulukları sapıtmalı/ saptırmalı mezarlar yaparlar. Bu tür mezarlarda ölü toprağın yığıldığı yerin altında değil, mezarlara yapılan bir cebin içerisine konulur.. Günümüzde bu tür mezar yapılarışehirlerden daha çok kırsal alanlarda kendini göstermektedir.

Bütün Türk toplulukları, mezarların baş ve ayakuçlarına şahide adı verilen birer adet taş ya da ağaç dikmektedirler. Taşnine geleneğinin bir devamı olarak kabul edilen bu taş ve ağaçlardan ölünün baş tarafındaki ölenin kendini; dinî, sosyal ve millî kimliğini, ayakucundaki ise ölenin ailesini temsil etmektedir. Ancak ruhlarla ilgili tasavvur ve düşüncelerin değişmesi mezar taşlarının yapılarında da kendini göstermektedir.

Geleneksel Türk dini inanışlarından günümüze intikal eden ve bütün canlılığı ile varlığını devam ettiren diğer bir inanış ise, Ateş ve Ocak inanışıdır. Türklerde ateş, Gumilev’in de ifade ettiği gibi, tapınma objesi değil, temizleme vasıtasıdır ve bu niteliği ile Zerdüşti ateşten ayrılır. Ateş ve ateşe bağlı olarak yapılan tütsüleme; evi, iş yerini, çarşıyı, pazarı vb.ni kötü ruhlardan korur. Ateşin yakıldığı ocak da kutsaldır ve su dökülerek söndürülmez.

Geleneksel Türk dini inanışları içerisinde ruhlara inanış da büyük bir yer tutar. Bu ruhlar içerisinde en yaygın ve günümüze ulaşanı, “al kızı, al gelini, al karası, al basması vb.” adlarla anılan “al” ruhudur. Özellikle lohusa kadınlara kötülük yapan ve onların ölümüne neden olan al ruhu çeşitli biçimlerde tasavvur edilmekte olup, bununla ilgili inanış bütün Türk dünyasında mevcudiyetini devam ettirmektedir. Bunun dışında Anadolu’ya intikal eden başka bir ruh tasavvuru yoktur. Bu konu ile ilgili olarak, Orta Asya Türk toplulukları, Kazak, Kırgız, Altay vb.de çocukların koruyucusu olarak kabul edilen ve günümüzde bu topluluklarda bütün canlılığı ile varlığını sürdüren umay, ene/ ana inanışı Anadolu’ya intikal etmemiştir.

İsimlendirilemeyen ruhlar ise, İslam’ın etkisi ile Cin ve Peri şekline dönüşerek yaygınlaşmıştır. Anadolu’ya nispetle Orta Asya Kazak, Kırgız, Özbek, Çuvaş vb. topluluklarda Ruh= Ervah inanışı oldukça güçlü bir biçimde varlığını hissettirmektedir.5

Geleneksel Türk inanışları içinde yaygın olan bir diğeri ise ağaçlara çaput ve bez bağlama inanışıdır. Bir tür kansız kurban olarak da adlandırabileceğimiz bu inançta, insanlar çeşitli dilek ve isteklerinin yerine gelmesi amacı ile söz konusu bez ve çaputları kendi kutsal bildikleri ağaçlara bağlamaktadırlar. Burada ağaçlara bağlanılan bezler onu bağlayan kişinin vücudunun bir parçasını sembolize etmektedir. Yoksa onlar basit bir bez parçası değildir.

Burada önemle üzerinde durulması ve belirtilmesi gereken bir konu da Yakut, Tuva Altay Şamanlarının gösterdiği kerametlerle, Müslüman Türklerce Evliya, Eren, Dede olduklarına inanılan kimselerin gösterdikleri kerametlerin aynı oluşudur. Örneğin, dona girme=biçim değiştirme, gizli şeyleri bilme, su üzerinde yürüyerek karşıdan karşıya geçme vs. Bu konuda Ksenofontov’un Şamanizm adlı eserinde oldukça fazla hikâye mevcuttur. İşte onlardan bir örnek:

Bir erkek şamanla bir kadın şaman kamlık etmeye başladılar. Kadın şaman:

—Hangi dona girip birbirimizin gücünü deneyelim? dedi.

Erkek şaman:

—Balık donuna girelim, dedi.
Kadın şaman balık donuna girip denize daldı. Erkek şaman da onu kovalamaya başladı. Kısa bir süre sonra ona ulaştı ve şaman kadını kuyruğundan yutmaya başladı. Ancak şaman kadın onun ağzına sığmadı. Büyük bir çaba ile onun ağzından çıkıp erkek şamanın bizzat kendisini yuttu.Şaman kadın su kuşu donuna girip evine uçarak döndü.6

Yukarıda ifade ve zikrettiğim bütün bu inanışlar, dinleri; Müslüman, Hristiyan, Budist, Musevi ya da Akdin vb. ne olursa olsun bütün Türk topluluklarında kabul gören ve var olmaya devam eden inanışlardır. Kabul ettikleri resmî dinlerin baskısı ile bu inanışların hurafe, boş inanış ve bid’at olarak nitelendirilmeleri, onların ikinci plana atılmalarına ve gün geçtikçe yok olmalarına neden olmaktadır.

1 ELIADE, Mircea, Le Chamanisme et les techniques archaïques de l’extase, Paris, Payot, 1951, s.14.
2 HAMAYON, Roberte, La Chasse à l’âme. Esquisse d’une théorie du chamanisme sibérien, Nanterre Société d’ethnologie, 1990.
3 GARRONE, Patrick, Chamanisme et Islam en Asie Centrale, La Baksylyk hier et aujourd’hui, Paris, 2000.
4 SAGALAEV, A. M., Uralo- Altaiskaya Mifologiya: Simvol i arhetip, Nauka, Novosibirsk, 1991, s.71.
5 DEVRENBEKOV, Jakay ve TURSINOV, Edige, Kazakh Baskı Balgerleri, Almatı, 1993, s.12- 17.
6 KSENOFONTOV, G. V., Şamanizm ızbarnnie trudı, Yakutsk, 1992, s.184.

3-) Eski Türk İnancının Adlandırılması Sorunu

melo Bugün eski Türk inancı hakkında konuşulurken aslında nasılda bazen kişilerin istemeden de olsa yanılgıya düştüklerini anlatmak istiyorum. Şöyle ki. efenim diyorlar ki Şamanizm ayrı, Tengricilik ayrı! hayır! yok öyle bir şey. sadece isim farklılığı. Söylem değişikliği onu değişik bi şey yapmıyor. Şamanizm-Tengricilik birdir-aynıdır. Şimdi bloğuma eklediğim yazıda çok güzel bi şekilde irdelenmiş bu konu.

Aşağıdaki makalenin ilgili linki şurada: http://acukbitig.blogspot.com/2010/12/eski-turk-inancnn-adlandrlmas-sorunu.html

Bazıları der ki, efendim, Türk inancının adı Şamanizmdir. Bazıları, Şamanizm genel bir inanış biçimidir, eski Türk inancı bunun bir parçasıdır, derler. Bir kısım insan, Şamanizm Tunguz inancıdır, Türkler Şamanist değildi ve değildir, derler. Bazıları ise, Şamanizm zaten bir din değildir, derler. Yorum gani…

İmdi, Şamanizm sözcüğünün Tunguzca rahip anlamına gelen şaman sözcüğüne, aşağı yukarı her dilde “Ayvayı yedik.” anlamına gelen +ismos ekinin eklenmesi ile oluştuğunu hepimiz biliyoruz, değil mi? Tabii, hayır efendim, Tunguzlar bu kelimeyi Sanskrit’ten aldılar derseniz de ne diyeyim, belki doğrudur, öyle diyeni de duyduk. Ama mühim değil.

 Ben şunu söyleyeyim hele: Sözlü kültüre dayanan Türk inancı, zaman içerisinde birçok değişim geçirmiştir. Yani Türk inancı ilk günkü duruluğu ile değil, yüzyılların yüzünde bıraktığı kılıç izleri ile yaşıyor. Kötü bir şey mi? Hiç sanmıyorum.
Yine de, Türklerin eski tarihli yazılı metinleri çok kısıtlı olduğundan, buradaki boşluğu fırsat bilip, “Bugünkü Hakas-Yakut inancı sonradan Moğollardan falan alınmıştır, zaten Asya’ya dair kötü olan her şeyin müsebbibi Moğollardır, oysa eski Türkler tevhid inancına sahip übermensch’ler olarak günde beş vakit namaza dururlardı.” demeye getirenler az değil.
İşin aslı biraz daha değişik. Elbette, Türk inancını tanımlamak için “Şamanizm” yerine “Tengricilik” gibi bir şey desek, hatta hiç kasmasak da “Türk inancı” desek, çok daha güzel olur. Fakat Şamanizm kavramından bu kadar korkmaya da gerek yok.
Şamanizm elbette, belli ritüeller üzerine kurulur. Bu ritüellerin dayandığı bazı bilgiler, o bilgilerle beslenmiş bazı hikayeler ve bütün bunların üzerine kurulan bir sanat anlayışı… Türk inancının özeti budur.
Hâl böyle olunca diyorlar ki “Öyle din mi olur? Din dediğinin kitabı olacak, kuralları olacak, kodu mu oturtacak!”
Ben de isterim tabi kodu mu oturtan bir genelkurmay başkanı, pardon, din anlayışı. Ama yoksa ne yapalım, hâlimize üzülüp bozkır ortalarında (çünkü köşesi yoktur bozkırın) ağlayalım mı?
Hayır canım efendim, bir dinin illa ki bir kitabı olması gerekmez. Bir din mutlaka normlar bütünü olmak zorunda değildir. Eski dinler normlardan çok folklora dayanırlar ve varlıklarını ispat için sonradan ortaya çıkan İbrahimi dinlerden icazet almak zorunda değildirler. Türk dini de böyledir.
O hâlde, Şamanizm dediğimiz kavramın da pekâlâ bir dini anlattığını söyleyebiliriz.
Şaman sözcüğünün Tunguzlarca kullanılıyor olması ise, eski Türk dinine şamanizm denilemeyeceği anlamına gelmez. Mühim olan bugün artık kazanmış bulunduğu anlamdır.
Ancak, genel olarak “Şamanizm” dediğimizde, Amerika dâhil olmak üzere dünyanın birçok yerindeki çeşitli inanç sistemleri anlaşılıyorsa, isabet oranını artırmak üzere “Türk Şamanizmi” yahut daha güzeli “Altay Şamanizmi” demek de mümkündür.
Peki, “Ben Şamanizm adını yanlış buluyorum, Tengricilik yahut Göktanrıcılık demek istiyorum.” derse bir âdemoğlu, ona ne deriz? Ne diyeceğiz, “Hayhay, sen bilirsin!” deriz. Fakat eğer bu itirazını “Şamanizm sonradan çıktı hep, Tengricilik monoteisttir.” gibi bir arka plana dayandırıyorsa, vah ona vahlar ona.

Ayrıca merak edenler varsa, takibe devam… daha ilerleyen günlerde değineceğim çok şey olacak! esen kalın♥